30 Ağustos 2008 Cumartesi

Alternatif enerji dediğimiz olgu

Boğaziçiiii Boğaziiçiiii Boğaziçiii Boo-ğaa-ziii-çiii

Boğa ziçi iyiymiş. Ziç diye bir kelime uydurursak yahut varolan kelimelerden türemiş gibi davranırsak Boğa ziçi tamlamasıyla sanırım çok eğlenebiliriz.

Formula G/Hidromobil yarışlarının son iki günü. İki sene önceki kadar işin içinde değiliz, babam da ben de. Dolayısıyla olaylara da çok hakim değiliz, ortamı renklendirmeye çalışmıyoruz, ben zaten bütün gün ofisteyim -ve ofis işinden hiç hazzetmediğime karar verdim-, babam da dışarıda başka işlerini hallediyor. Pistten çıkıyor olmamızın da etkisi var tabii bunda, sanırım boş verdik biraz.

Na bu yukarıdaki resim canım okulum Boğaziçi'nin Hidromobili. Ancak kendileri "Madem yarış arabası yaptık, neden yarış lastiği almıyoruz" gibi yanlış bir mantıkta oldukları için, ki nereden bilsinler o da var, lastikleri parçalandı. Burada açıklama girelim: Yarış lastiği yolu daha iyi kavraması için daha yumuşaktır ve normal lastikten daha dayanıksızdır. Yolu daha iyi kavradığı için -ve özel olduğu için- daha pahalıdır. Ama yarışlarda her yarışta/etapta yeni lastik takılır çünkü yarışın sonunda lastik parçalanmış olur. Bu yüzden yarış pistinde bu sıcakta yürüyerek gezme gafletinde bulunursanız bir sürü ufak lastik parçası görürsünüz. Soğukta yürürseniz de görürsünüz tabii, ama şimdi hava sıcaklığıyla pisti yürüyerek gezmeyi bağdaştırınca ofis işine karşı sevgi doldum birden.

"Önce bu araba, sonra bütün dünya... Her yer lehimlenecek... Gel buraya küçük şeytan..."


Dün bu yarışçı gençlerimizin sigortalarını yaptım-macera dolu Formula G, macera dolu Hidromobil. Neyse, halletmem gerekiyor bütün sigortaları, para toplamam lazım dolayısıyla, araba başına 35 ytl. 42 takım var. Olay şu:

11:00 Ödemelerin başladığı saat
13.00 Ödemelerin bitmesi gereken saat
15.00 Ödemelerin bankaya yatması gereken saat
15.15 Ödemeyenler olduğu için pit dükkanlarının oraya iniş, duyuru yaptırış, ofise geri dönüş.
15.45 Ödemelerin hala bitmediği saat. İki takımın eksiğini sonradan ödenmek üzere kasadan kapatış.
15.55 Pit dükkanlarının oraya iniş, Metin Abi'yi buluş, parayı veriş ve bankaya gönderiş
16.20 Metin Abi'nin araması ve "Bu hesap bilmemkim bilmemkim adına kayıtlı, bi sorun var mı" demesi
17.15 Metin Abi'nin dönüşü, dekontu getirişi
17.20 Bana daha önce "Parayı hesabımda gördüğüm an size poliçenizi fakslarım" diyen kadının benden dekont faksı istemesi. Faksımızın çalışmaması, dekontu scan edip internetten göndermem...
17.40 Hala poliçenin gelmemesi üzerine şirketi aramam ve kadının "Bana mailiniz ulaşmadı ki?" demesi. Kadının msn adresini almam...
17.57 Kadının çevrimiçi olması.
18.00 Dekontun kadına ulaştığı saat
18.10 Faksın gelmemesi. Bakınca faksta kağıt olmadığını görmem. Kağıt haznesine kağıt koyduğum halde hala bana "load paper" bıdı bıdı yapması...
18.20 Hala faksla cebelleşme. Poliçeyi yollamadılar mı lan acaba paniği. Mesai saatinden önce bitiremezsek sıçtık gibi düşünceler...
18.30 Faks makinesi üzerinde "hafızaya kaydettim hocam, rahat ol sen, kağıdı koy, söz basıcam" yazması, rahatlayış...
18.45 Faks makinesinin bütün deliklerinde kağıtlar.... Ama Emre Bey'in de katkısıyla sonunda faksın aslında kağıdı olduğunu fark etmesi ve alakasız bir faks basması?! Akabinde poliçenin gelmesi ve derin bir nefes....


Sinan Bey burada çok acaip hareketler yapıyormuş gibi gözükse de aslında hiçbir şey yapmamaktadır. Evet, altındaki de bmx.

Söz konusu stresi atlattıktan sonra pit dükkanlarına indim tekrar, poliçeleri dağıttım, biraz fotoğraf çektim... Sonra babamla yemek yeme hayalleriyle girdiğimiz kafeteryada yemeği kapattıklarını gördük. Aşağı indik orayı da kapatmışlar... Babamdan Hınggghhfff gibi efektler çıkmaya başlarken bir baktık 9 Eylül üniversitesi çılgınca karpuz kesmekte... Zavalı, şuncacık öğrencilerin karpuzlarını tükettikten sonra bir baktık Makine Mühendisleri Odası çılgınca sofra kurmuş... Hatta kimi gençler gitarları ve anfileriyle çılgınca müzik yapmakta...

Gençler ilk defa gördükleri bu parlak cismin ne olduğunu anlamaya çalışıyorlar...
Arkada kutsal aydınlanma efekti: aaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa....


İşte bu kadar yahu. Aslında ilginç pek bir şey yok burada, herkesle aram iyi, ama çoğunun ismini bilmiyorum. İpek Hanım diyor bana benden büyük insanlar (bir de öğrenci bunlar) komiğime gidiyor. Uykum var, yorgunum, ama iki gün kaldı, şikayet etmiyorum. Güzel zaten. Über değil ama güzel.

28 Ağustos 2008 Perşembe

"Badluck and misfortune will infest your pathetic soul for all eternity"



Rocko's Modern Life, en eğlenceli bölümlerden birinin ana repliği. Replik sayılmaz gerçi, şans kurabiyesinden çıkan ve bölümün tüm gidişatını belirleyen fal. Ve evet, inanılmaz eğleniyorum ben bu cümleyle. Hatırladıkça eğleniyorum. Evet, o eğlenen benim. Mesela şimdi beni görseniz, aha ayşegülnazcan dersiniz, eğleniyorum çünkü. Hatırlıyorum, eğleniyorum. Unutuyorum susuyorum. Ehm, neyse...

Bu cümleyi başlık olarak kullanmamın nedeni son iki gün. Hayır, çok daha şanssız ve kötü günlerim oldu, ve hatta kötü geçmiyor günlerim ama ufak tefek, saçma sapan şeyler. Sanırım önce efsane buluşmayla başlamalıyız...


Çok acaip yerlerin çok acaip statülere sahip liderimsi insanları Nil İpek Hülagü ve Erman Bozköylü Bornova Metro'da günümüzün çok acaip sorunlarını çözmek için bir araya geldiler, ama dünü efsane yapan aslen bu değil. Efsane statüsüne yaklaştıran bir önceki gün yaşanan abuk sabuk durumlar, ama o bile değil.

Ne yaptık? Bu abimiz yemek yedi, nargile içtik, ben yemek yedim, bira içtik. Bol bol muhabbet ettik, güldük, eğlendik. Alsancak'ta olmamızdan kelli normal olarak tanıdık insanlar gördük, bir Özgün olsun, bir Spark olsun... "Durmadan set" durumunun nasıl olabileceğini tartıştık, ben iki poğaça yedim (iki poğaçaa), beyefendi sağolsun ben o yanımda zannederken kaybolup pizza sırasına girdi, ben aptal aptal baktım... Akşam vakti bol bol dertleştik falan... Yani buraya kadar hiçbir sorun yok, gerek benim zeka düzeyim, gerek Erman'ın genel tavrı, hatta Alsancak, sıcak, İzmir, bütün faktörleri bir araya getirdiğimizde son derece normal bir gün. Güzel, eğlenceli falan. Mis.


Peki ne oldu? -Erman çantasını benim çantamda unutup otobüse bindi. Ya da, suçu kendi üstüme alayım, Erman'a çantasını vermeyi unuttum.
Ne var bunda? -Şu var: Erman Akhisar'a geri dönecekti, son otobüse kılpayı yetişiyordu. Otobüsten inince çantasının olmadığını fark etti ki-o fark ettiğinde Bornova'da, ben ise Karşıyaka'daydım, yani taksiye bile binsem yetiştirme şansım yoktu.
Çanta niye bu kadar önemli? -Erman'ın parası, otobüs bileti, her şeyi çantada. Hadi onu geçtim gözlükleri de çantada.

Sonuç?
-Erman'ın yanında ATM kartı vardı, Ege Üniversitesi'nde ATM aradı, otobüsü kaçırdı. Ben bu arada Karşıyaka'dan nasıl yardım edebileceğimi düşündüm, olmadı, elimden bir şey gelmedi. Neyse ki başka otobüs varmış, bindi ona ve gitti Erman. Çantayı göndermem lazım, ama hala bende.
Sanırım Erman bana küfrediyor şu anda. Evet.

Ne diyordum? Formula G ve Hidromobil başladı yahu. Gerçi iki sene önceki kadar işin içinde değilim bu sefer, ya da PWAda olduğu gibi sabit bir görevim yok, çünkü ofiste durması lazım birinin. Yine de geçen seferki yarışçılardan var birkaç tane, tanıdık yüzler, eğlenceli muhabbetler, arada fotoğraf falan... Güzel yani, eğlenceli yine. Bu soldakiler de bizim okulun (Boğaziçi Üniversitesi) Hidromobil aracı. Ekipteki kimseyi tanımıyorum. Güneş enerjili araçlarının takımıyla tanıştım gerçi, aracın adını da 59R koymuşlar, hoşuma gitti:)






Ne oldu? -Bugün bütün bulutlar toplandı, hatta yağmur çiseledi, hatta az önce yağmur bastırdı.
Yani? -Bütün araçlar pit dükkanlarıyla bağlantılı, ancak pit dükkanlarının dışındaydı-hatta Hidromobiller için oluşturulan gölgelik alanın su geçirip geçirmediğinden bile emin değilim. Hadi bunları bir yana koyalım; güneş enerjili otomobiller yarışı ulan. Şarj olmuyor haytalar.
E sonunda güneş açmayacak mı, İzmir sonuçta? -Bir dedikoduya göre hayır. Yani cumartesi öğlene kadar böyle devam edecek gibi söylentiler var. Tabii ben internet başında olduğum halde bakıyor muyum hava durumuna, hayır bakmıyorum.
Neden? -Üşeniyorum çünkü.
Oha. -Evet.
Başka? -Karabük Üniversitesi'nin aracı yandı bir de basın toplantısı esnasında. Hepimiz üzüldük-burada hepimizden kasıt gerçekten hepimiz. Yani herkes üzüldü. Herkes pek bir seviyor burada birbirini.

Formula G ve Hidromobil konusunu şu Rammsteinkonserivari resimle kapatıyorum ve akabinde bambaşka bir konuya atlıyorum:

Ich will die ruhe stören!

Lubitel ulan!
Aslen sadece elimdeki medium format filmleri kullanabilmek için bulup ısmarladığım, ancak canlı canlı görüp, orasını burasını kurcalayıp, kendisiyle bir süre bakıştıktan sonra aşık olduğum bir makinedir kendisi. Gitgide antikalaşıyorum, bunu fark ettim, bu da bazen beni rahatsız ediyor ama çok da taktığım söylenemez.
Ama makine çok güzel yahu... Harbi çok güzel... Güle güle kullanayım bunu ben...

26 Ağustos 2008 Salı

Ben bir fotokopi makinası olabilirmişim.

Sorarsanız, neden deyü, bilmiyorum yahu. Sadece aklıma geldi. Faks da olabilirmişim aslında, faks da eğlenceli. Bir karizması var üstelik. Buradan koyuyorsun kağıdı, anında başka bir yerden çıkıyor aynısı. Ama isim falso. Faks. Fucks. Peh, neyse.

Bu soldaki köpek beni annesi zannediyor, muhtemelen kalan son patates kızartmalarını ona verdiğim için, cesaret edip bir ben sevebildiğim için, bir de sanırım annesi buna hiç ilgi göstermediği için. Burada her ne kadar büyük köpek gibi gözükse de, kendisi neredeyse 4 aylık olmasına rağmen avucum kadar ve kemiklerini dışarıdan bakarak sayabiliyoruz. Annesi başından beri atıyormuş bunu diğer yavruların arasından, bizimkiler de geri koyuyorlarmış arasına. O yüzden böyle garip bir köpek oldu bu. Sevimli, ama garip.






Bunlar da diğer köpekler. Pistte araçların altına kaçmasınlar diye böyle garip bir sistem kurmak zorunda kaldı çalışanlar. Çünkü -tabiri caizse- köpekler baya bir yavşak. Yavru olmalarının da etkisiyle her gelene, her ıslık çalana bir koşuşturma söz konusu. Ama en azından aç değiller, sağlıklılar. Beni annesi zanneden köpek çok zayıf olduğu için bir şekilde bu tellerden kaçabiliyor ve dolanıyor ortalıkta.

Evet, aylık duygu sömürüsü kotamızı bir önceki fotoğraftaki yavru köpeklerle doldurduktan sonra, herhangi bir modern insan gibi hohehehehe efektiyle bira içmeye dönebiliriz. Ve döndük zaten. İşbu fotoğrafta lise günlerine bir dönüş görüyoruz. Evet, lise arkadaşlarımla buluştum, hatta sırf facebookta bir tag ve comment çılgınlığı yaşansın diye bu fotoğrafı oraya da koyacağım. Ama sanırım önce şu günden (dün) bahsetmeliyim-ki hikayesi günleeeeer öncesine dayanır.

Her şey Erman adlı lise arkadaşımın beni aramasıyla başladı. Bu hafta Manisa'da olacaktı, günübirlik İzmir'e de gelecekti, üstelik tekrar ÖSSye girmeyi düşünüyordu, kafasına takılan şeyler vardı. Kısaca görüşmeliydik, ancak bir türlü ortak bir saat tutturamıyorduk, zira ben bu hafta her gün çalışıyor olacaktım, o ise son otobüsü kaçırmamak için akşam geçe kalmak istemiyordu. "İşten izin alma" vaatleriyle telefonu kapattım, günüme devam ettim.

Birkaç gün sonra bilmediğim, ama lise arkadaşım olduğu belli bir numaradan pazartesi buluşmayla ilgili bir mesaj geldi-sonradan bu kişinin Umut olduğu anlaşılacaktı. Bu durum bende şöyle bir mantık oluşturdu; evet, erman bizimkilerle iletişime geçmişti, hepberaber buluşulacaktı demek ki. Umut'a sordum, ona Alican haber verir dedi. İçim rahat bir şekilde uykuya daldım...


Her şeyin başıma yıkılmasına neden olan ise Erman'a attığım "Abii kaça kadar alsancaktasıneaaaz" gibi yavşak mesajın üzerine Erman'ın beni araması ve "Nil. Ne alsancağı. Ben Manisa'dayım. Sen hani bana haber verecektin." gibi cümleler kurmasıydı. Tamam, abartıyorum, her şey başıma falan yıkılmadı, ama üzüldüm. Erman da bu kadar ciddi konuşmadı, dalga geçti. Birbirimize alakasız ahlaksız tekliflerde bulunduktan sonra ertesi gün -yani bugün- buluşmaya karar verdik.


Not: Hormon alerjisi boktan bir şey. Hormonlu şeftali yedikten sonra bütün yüzümün kaşınması da iğrenç. Bu ne yahu.

Evet, işte günün en fotojenik insanı seçtiğim Alican Cömert. Kendisi aynı zamanda gruptaki dişil insanlar dışındaki en neşeli insandı, sanırım bu sefer organizasyon sorumluluğunu Umut'un üzerine attığı için. Bir de fotoğraf çekmeme en az ses çıkaran oydu, poz bile verdi kimi zaman. Alican'ı buradan kutluyor, ve başarılarının devamını diliyoruz...


Bir efsaneye göre uzun zaman görüşmeyen dişil lise arkadaşları, görüştüklerinde mutlaka bilgi alışverişine girermiş, hatta bu bilgi alışverişi bazen öyle yoğun olurmuş ki, geri kalanlar sıkılırmış. Bir de kocaman kamerayı insanların suratına doğrultursan insanlar doğal olamazmış-bu da bir Berberoğlu söylencesi. Sonuç: özlemişim lan. Zaten sanırım haftaya bir daha görüşmeler yaraşacak bize, cümleten.




Bu arkadaşımız da güne Red Bull'uyla damga vuran, hatta red bull'a birayı karıştıran (gerçi gerçek karışımı Alican yapmıştı) arkadaşımız Deniz. Hüsam da diyen var. Kendisi burada redbull tenekesini saklamıştı, marka gösterisinden hiç hazzetmediği için, ancak ben burada amaçladığı her şeye ters düşecek şekilde sanırım toplamda dört kere red bull dedim. Hatta bir kere daha red bull dersem beş olacak, ki oldu bile.










Ve işte yine önemli bir ikili, bu sene oda arkadaşı olacaklarını basın toplantısıyle duyurmuş olan Umut ve Ozan. Her ne kadar Ozan Umut'u eve çıkmaya ikna etmeye çalışıyor olsa da, Umut pek yanaşmıyor gibi. Ayrıca Umut, ilk defa bu kadar geçe kaldığımızı iddia ve bahane ederek erken kaçtı yanımızdan, kınıyoruz ve laflar hazırladık kendisine. Morali bozuktu gerçi, ama bizden ayrılıp başka arkadaşıyla buluştuğu için, moral bozukluğunu bahaneden saymıyoruz.

İşte dünümüz böyle geçti efenim. Otobüs beklerken aylar önce yapmam gereken şeyi yaptım, zira fotoğrafçılıkta bir basamaktır, herkesin mutlaka yaptığı, denediği, çok sanatsal ve orjinal bulduğu falan... Evet, geceydi ve pozlamayı uzun tuttum, hızlı gece hayatını bu şekilde ifade ettim. Tabii yüksek bir yerde olmadığım için bir boka benzemedi afedersiniz. Ben de gittim kedi fotoğrafı çektim:)

Anne ben sanat yaptım...

25 Ağustos 2008 Pazartesi

Aysegülnazcan'ın sık kullanılanları*, bölüm 1: Facebook.

* Kime neyse....

Feysbuk dedikçe gülesim geliyor yahu... Feysbuk yahu... Ahah...

Çevremdeki birçok kişinin başta bir “ne gerek var ki” şeklinde yaklaştığı, ama bu yaklaşımın altında “ulan üye bir arkadaşım olsa da bir iki profil baksam” hissiyatının gizlendiği bir oluşumdu Facebook. Benim açımdan bu “ne gerek var ki” seviyesinde kaldı, zira Facebook hakkında hiçbir fikrim yoktu, Facebook benim için bir Hi5’tan, bir Yonja’dan farksızdı. Sadece fotoğrafların etiketlenebildiğini biliyordum, o fikir de pek hoşuma gitmişti, yoksa duvarmış, aplikasyonmuş, işim olmazdı. Kendi halinde yaşayıp giden, ilkokul arkadaşlarının akıbetini pek de merak etmeyen bir insandım o zamanlar.

Derken Sena ve Zafer geldi (ha?!). Sena benim oda arkadaşım, Zafer de bizim yurttan. Söz konusu insanlar İzmir’e gelince, Facebook’a da üye olunca, ben de az çok “neymiş ki bu hımmm” efektleriyle tanıdım yüz kitabını. Bir anlık gaz sonucu açtım, bir anlık gaz sonucu bir sürü arkadaşımı ekledim, nedense yine ilkokul arkadaşlarımla haşır neşir olmuyor, bu koca platformu zaten haberleşebildiğim insanlarla haberleşmek için kullanıyordum. Ama hayır, hala hayatımı ele geçirmemişti feysbuk. Fotoğrafları, videoları atıp kendi aramızda eğleniyorduysak da bu çok uzun sürmüyordu.


Aylar öncesinden kalma facebook screenshotu...


Olayın dönüm noktası benim telefonumun kaybolması aslında. Bütün numaraların silinmesi, bir telefonumun olmaması ve ulaşılamamanın verdiği huzur tabii bir süre sonra yerini “ulan iyi ulaşılamıyoruz ne güzel de, biz nasıl ulaşıcaz insanlara” düşüncesine bırakınca, kahramanımız kendini feysbuka attı, belli birkaç kişi dışında herkesle feysbuk üzerinden haberleşir oldu. Bunun yanında bir de ilkokul arkadaşlarının da feysbukta onu bulmuş olması yepyeni heyecanlar yaşattı, hep beraber buluşmalar, feysbuk üzerinden eski resimlere yorumlar yapmalar başladı. Zaman ilerledikçe bu feysbuk, hanımkızımızın kendine yazılanları takip etme aracından, ulan insanlar ne yapıyor acabaya dönüştü, durumlardan başlayan takipçilik (yahut röntgencilik) mini-feedlere kadar indi. Feysbukta geçirilen zaman yüzünden Ayşegülnazcan kendine kızarken, bir yandan da onca zaman inat edip de sonunda feysbuk hesabı alanlarla dalga geçti. Gerçek hayatta muhabbet edemediği insanları feysbuk üzerinden dürttü. F5 süresi bir saatten yarım saate, yarım saatten 10 dakikaya inerken Facebook Chat olayı çıktı ortaya. Şimdi ise mini feedlere yorum yazılabiliyor, henüz denemedim ama denenmişini gördüm, eğlenceli gibi.

5 dakika önceki screenshot da işte böyle bir şey.


Facebookta tutunma yolları:

1-Profil fotoğrafı: Fotoğrafı profile koymanız için güzel çıkmış olmanız yeterli değil. Mümkünse photoshopla biraz kontrast montrast olayına gireceksiniz, olmadı siyah beyaz yapacaksınız-bilirsiniz ki siyah beyaz foto her zaman böyle ortamlarda artı puan vermektedir. Artık yukarıdan çekilmiş fotoğrafların işe yaramadığını hepimiz biliyoruz, ancak fotoğraf makinesine bakarken dudakları büzüştürmenin, göz kırpmanın, hafif dekolte vermenin, elde içki olmasının hala modası geçmedi. Üstelik yeni moda olan birkaç fotoğrafı aynı resimde toplamak da priminize prim katacaktır. Bütün bunlara ek olarak, evet güzel çıktığınız fotoğrafta kendinizi profil fotoğrafı olarak kesin, yanınızdaki zavallı arkadaşınızın da eli, kolu, omzu, saçı mutlaka gözüksün bir yandan. Lütfen ama lütfen yapın bunu.

2-Duvar, commentler: Bunları kullanmanın birkaç yolu var. Duvarlara yazılan ve fotoğraf altlarına yazılan bol gülen yüzlü ve neşeli yazılar (örnek: “İnanmıyorum ya:( Bensiz eğlenin tabii sizz:P”) sizin daha çok göze çarpmanızı sağlarken, gülenyüzsüz, basit cümleler (örnek: “Sensiz çay bahçelerine düşmanım merve.”), içinde inceden espiri de barındırıyorsa, kendinizce kuul bir hava yakalamanız konusunda yardımcı olacaktır. Evet, Facebook sanal bir dünyadır, ve bu dünyada kendinizi gerçek hayatta olduğunuzdan farklı yansıtabilirsiniz, tek problem, listenizdeki çoğu kişinin sizi zaten tanıyor olması ve ne kadar havaya girerseniz girin “hadilenordan” diyebilmesidir. Bütün bunlara ek olarak duvar üzerinden yapılan tüm geyikten uzak, kişisel muhabbetler de (“naber ya, görüşemiyoruz uzun zamandır? Neler yapıyorsun, Somali’de misin sen şimdii?”) kendinizi profil sahibine ve sahibinin arkadaşlarına hatırlatmak için bambaşka bir yöntemdir. Amaç kendini hatırlatmak değildir tabii ki, ancak bu yolda, eğer arkadaşımıza ulaşmak istiyorsak, evet, mesaj fasilitesini tamamen gözardı etmeli, hemen duvardan duvara muhabbete başlamalıyız. Yapmalıyız bunu.


Ay lav kompeyr piipıl.
Not: Bu tek bir arkadaşımın sayfasında böyle. Yoksa kendi ağımda bu derecelere sahip değilim. Olmamalıyım da.

3-Compare People: İşte Facebook’un en sansasyonel uygulaması, herkesin takmıyor gibi gözüküp içten içe merak ettiği sıralama. Sözkonusu sıralamalarda üst sıralarda yer alabilmek ve bu sıralamayla arkadaşlarınızın profillerinde boy göstermek için yapılması gereken birkaç şey var. Öncelikle sizin için ne önemliyse ona göre bir profil fotoğrafı koyun. Bu ne demek derseniz, size kendimden örnek vereyim, normal bir profil fotoğrafıyla “aman ne de şirin”, “ben bunu alışverişe de götürürüm” gibi sıfatlar alırken, bir şekilde koymuş olduğum kırmızı rujlu bir fotoğraf “en öpülesi”, “en bi hottest” gibi sıfatlar yükledi bana. Sonuç olarak ben o fotoğrafı değiştirdim, ancak “ben best to sleep with olmak istiyorum” gibi bir kaygınız varsa ona göre bir fotoğraf koymanız, karşılaştırma esnasında profil fotoları gözüktüğünden pek yararlı olacaktır. Ha, evlenilesi olmak istiyosanız bilemem, ya da kelepçelenilesi sıfatının da fotoğrafla tarifi zor.

Bu zor derseniz daha da zorunu söyleyeyim, iki üç adet sahte hesap açıp çılgıncasına kendinizi oylarsınız –yapan var oradan biliyorum. Arkadaşlarınıza duygu sömürüsü yapabilirsiniz sizi oylamaları için, az çok sevgi dolularsa yaparlar. Bütün sosyal ağlarda en seksi, en akıllı, en çılgın olursunuz, ama nereye varırsınız onu bilemem.

23 Ağustos 2008 Cumartesi

Who's afraid of the big bad wolf?

Babamın kitapları vol.1

Pisti boşaltıyoruz, tabii bu toparlanma, temizlik ve taşınma sürecinde abuk sabuk şeyler ortaya çıkıyor. Abuk sabuk dediğim şey şu aslında; ailemizde genel bir koleksiyonerlik mevcut-daha çok bende ve babamda, bence annemde de var baya, ama o kendini bizden daha iyi kontrol edebildiğini iddia ediyor. Herneyse, bu koleksiyonerlik durumu da şunları gerekli kılıyor, ve bu yüzden hiçbir yere sığamıyoruz:

1-Herhangi bir yerde herhangi ilginç bir şey bulursan al.
2-Bulduğun şey çok ilginç olmasa da herhangi bir şeye örnek oluşturuyorsa al.
3-Hatırası olan şeyleri sakla.
4-İçinde bulunduğun olaylarla ilgili şeyleri sakla.
5-İlla kurtulman gerekiyorsa, elindeki malzemenin değerini bilecek birini buluncaya kadar bekle.
6-Odanın belli bir (kişiye özel) düzeni olsun, ama her yerden eşyalar taştığı için ne kadar toplu olursa olsun dağınık dursun.
7-Diğer aile üyelerini dağınıklıkla suçla, "Bir gün şu odaya girip her şeyi atacağım" de.


Evet, kurallar bunlar. Bu kuralların birebir yansımasını babamın iş yerinde, benim odamda, annemin eski okulundaki odasında, salonumuzda, evimizde, her yerde görebilirsiniz. Ve bu durumun en tatlı ve en yorucu hali de odayı topyekün toplarken ya da taşınırken yaşanıyor, bir haftadır pistte yaşanan da bu işte.
Babamın halletmesi gereken çok fazla iş olduğundan, anneminse okulda çalışması gerektiğinden, babamın odasını genel olarak toplamak bana düştü. Şimdi, 6. maddeye baktığımızda "kişiye özel" kavramının ifade ettiği durum, hakkaten kişiye özel olması, dolayısıyla babamın benim odamda kaybolacağı gibi ben de babamın iş yerinde kayboldum. Dergiler, kitaplar, fotoğraflar, broşürler, ıvır zıvırlar, bilmemnereden gelmiş bilmemneler, orjinal bıdılar, hedeler, hödöler... Üstelik annem de okuldaki işi dışında piste yerleştiğinden onun da eşyaları o odadaydı...
Sonuçta bir şekilde toparladık, uzun sürdü, ama babam da yardım etti, annem de , ve bitti, boşalttık odayı. Ama benim bahsetmek istediğim şey bu değil, şu; kitapçılarda yanına yaklaşamadığım büyük, ciltli, renkli tasarım ve fotoğraf kitaplarından oluşan bir kütüphanesi var babamın, reklamcılık yıllarından kalma. Yani, evet, o kitapların hep farkındaydım, ajanstayken de, pistteyken de, ama işte toplarken bambaşka oluyor psikoloji. Ulan ben bu kadar çok olduklarını bilmiyordum.
Alakasız not: Deniz Seki, sana sesleniyorum, çirkinsin.


Alakalı devam: Sonuç olarak ben bu kitaplar arasında kayboldum, ama vakit olmadığı için çok detaylı inceleyemedim. Babam işi bırakınca ne yapacak onu da bilmiyorum. Artık gider ofise karşılıklı kitaplara bakarız:)

Babamın kitapları vol.2

Şimdi biz her ne kadar pistten taşınıyor gözüksek de, bir hafta daha pistteyiz. Ne münasebetle diye sorduğunuzu duyar gibiyim; Formula G nedeniyle efenim. Bir de Hidromobil. Tübitak düzenlemiş, bilimum üniversite, ve evet, ben yine görevliyim. Bu da, ilerleyen günlerde bu sayfayı yine kimi organizasyonların kimi fotoğrafları ve yorumlarıyla meşgul edeceğim anlamına gelmekte. Yihu!

Alakasız not: Buradan Harry Potter'a sesleniyorum... Vazgeçtim seslenmicem... O değil de South Park'ın "The Return of the Fellowship of the Ring to the Two Towers" adlı bir bölümü vardı, onu hatırladım bir an, ahahaha, ne güzel bölümdü yahu...

Bu da işte benim odamın kapısı. Üzerindeki de odamın kapısındaki bant lekelerine kıl olmam sonucu yaptığım özenti poster. Özenti diyorum, zira amaç o zaten, 60ların konser/festival posterlerine benzesin istedim. Şimdi bir de yakından bakalım;
Bu işte, böyle bir şey. Üzerinde yazan tüm zırvalar odaya girişte "aslında bu bi müzik festivali hihihoho" diyebilmek için. Blue room of blues kalıbının nedeni, duvar kağıtlarımın mavi olması ve son dönemde pek blues dinliyor olmam-ha bi de söz konusu kelime öbeğinin hoşuma gitmesi:). A million ways to spend our time ise orjinalinde "your time" diye geçen bir şarkı sözü, severiz, konuyla alakası olmasa da.

Saygı duruşumu da yaptım.


O zaman film seyredeyim madem.

21 Ağustos 2008 Perşembe

Gece gece eğlence dolu dakikalar

codespyder adlı bir arkadaş yapmış bunu.
Kaynak: cracked.com
Yarışma sorusu: Eğer dünyanın tarihini yönlendiren savaşlar farklı sonuçlansaydı ne olurdu?
Na burda. Hepsi bu kadar başarılı değil, bir de monopoly pek hoş.

Yahu eğlendim gece gece. Sanırım hatırladıkça gülücem. Aehahehahe....

20 Ağustos 2008 Çarşamba

Üykh..

Evet, bugünkü planım size sevgili iğne deliği fotoğraf makinemden çıkan fotoğrafları göstermekti. yaklaşık 7-8 aydır oraya buraya sabitleyip, 30 sn pozlayıp çektiğim, dünyanın en sıradan ve en sıkıcı fotoğraflarıydı muhtemelen, ama işte pinhole ya, filmli makine, el yapımı, kendinden sanat yani. Aman Allahım...
Durun bakayım fotoğrafı var mıymış makinemizin... Ahanda şu...
Hani, evet, filmi yakıyor olduğuma dair inancım hep vardı, yani kesin bir yerden ışık alıyordu-gerçi gördüğünüz üzere her yerini siyah elektrik bantlarıyla kaplamamdan kelli bu baya zordu. Yine de biliyodum ulan bi bokluk çıkacağını.

Neyse, sonuç olarak bugün götürdüm filmi, hatta uyardım, kadrajlar kayık olabilir, direkt cdye atın, ben keseyim fotoğrafları falan. Neşe dolu döndüm eve.

Gittim sonra filmi almaya, bir şey çıkmamış. Hahah, tahmin ediyordum zaten, yakmışım değil mi, hohoho falan deyip filmi aldım, adam da dalga geçti benle, mis gibi makinen var niye uğraşıyosun ki diye... Buraya kadar hiç sorun yok...

Sorun şu: Filmi yakmamışım. Makine gayet güzel çalışıyormuş. Hatta bir tek fotoğraf temiz görülüyor, makine geniş açı olmuş, o derece. Oha. Yani fenle hiç alakası kalmamış bir insan olarak mükemmele yakın bir fotoğraf makinesi yapmışım - ama filmi içerde tutan/sabitleyen bir şey olmadığı için, ne kadar sararsam sarayım yeterince saramamışım, ve ilk fotoğraftan sonrası hep üst üste binmiş. Sinir bozucu olan bu. Ben "bu film niye bitmiyor hala yahu" derkene bir baktım filmin çoğu boş zaten. Çekebilirmişim, ama salakça bir hata/eksiklik yüzünden çekememişim. Filmi yaksaydım sinir olmayacaktım bu kadar, ya da filmde gerçekten bir fotoğraf olduğunu görmeyip makinenin gerçekten çalışmadığına inansaydım... Ama makine çalışıyormuş yahu... Çok sinir oldum...

Lubitel ısmarladım bir tane şimdi, medium format. Bir süre de onunla oynarım, birkaç film de onda yakarım herhalde:) Ve, evet, tekrar pinhole makine yapacağım, bu sefer çıkacak fotoğraflar. Kararlıyım. Valla.

18 Ağustos 2008 Pazartesi

PWA özeti gibi bir şey: Dut Popolu Kadınlar*

*Bir Erol Hülagü espirisi...

Andy, did you hear about this one?

Öncelikle yarışın son gününde Andy ile yapmış olduğum röportajı yayınlamak istiyorum. Evet, kendisi kulede fotoğraftaki halde yatmaktaydı.

Ayşegülnazcan: Andy seninle de röportaj yapayım ben...
Andy: Ha?
Ayşegülnazcan: Andy naber?
Andy: Eaa...Yorgun...
Ayşegülnazcan: Eüheheh niye yorgunsun?
Andy: Eheüeah uzun geceee...
Ayşegülnazcan: Peki son soru; su ister misin?
Andy: Argghh, evet..
Ayşegülnazcan: Al madem..
Andy: Çok sağol!

Bunun dışında ne vardı PWA'da, fotoğraflara bakarak hatırlamaya çalışıyorum. Hmm, kuzen vardı, evet, bu önemli. Zira PWA haftasının akşamlarını kuzenim Mert ve arkadaşı Deniz kapladı. Gerek Alaçatı'da, gerek Yıldızburnu'nda, hatta Babylon'da çeşitli amaçlarla bir araya geldik-çeşitli amaçların altını çizmek istiyorum- ve bir şekilde hep eğlendik. Yani, kimi ortamlarda (özellikle Deniz'le) sıkıntıdan eğlendiğimiz bile oldu, ama vakit çok güzel geçti ve hem kuzenimi, hem Deniz'i, hem de kuzenimin diğer arkadaşlarını tanıdığım için pek mutluyum. Sağ tarafınızda da gözlüklü beyaz tişörtlü olan kuzenimi ve cıbıl olan Deniz'i, az da olsa görebilirsiniz, ikisinin aynı karede olduğu tek fotoğraf bu zira. Dipnot: Kuzenim yakışıklı, hakkaten. İdiot biraz ama olsun:)


Başka? Çalışanlar vardı benim gibi, dünya datlısı insanlar. Cemal Abi olsun, Aliler olsun, Burcu olsun, Faik olsun... Burcu Hanımla boş kaldıkça gidip denize girdik, iki Ali'ye de rastladıkça laf attım, Faik'e şişe fırlattım, Cemal'e habire hal hatır sordum. Sonuç olarak bir haftamızı beraber geçirdik aslında, ve şu bir hafta sonunda über samimi olmasak da sevdim bu insanları. Neşe dolular lan.


Asıl önemli olan: kule ve hakemler. Yani bütün günümü aşağıya inememecesine (ne tuhaf kelime yahu) geçirdiğim yer. Bir Alman, bir İtalyan, bir Fransız ve bir İngiliz'iyle fıkra gibi olan yer. Sıkıntıdan artık sonlara doğru ya iyice susulan ya da muhabbetlerin boka sardığı yer. Bir de bütün ikramlardan ilk faydalanan ve minderleriyle olsun, ortamıyla olsun, PWA'da çalışmak için en güzel ve rahat yer:) Buradan, anlamasalar da, özellikle Frankie, Dirk ve Andy'e teşekkür ediyorum, umarım bir şekilde yardımcı olabilmişimdir diyorum ve çanta için Frankie'ye ek olarak teşekkürlerimi sunuyorum. Sağdaki fotoğrafta da Frank adlı hakem abimizi görüyoruz sayın seyirciler.


Bütün bunlar dışında aslında hiçbir ayrıntı çok fazla yer kaplamıyor. Bir sürü fotoğraf çektim abuk sabuk, bir sürü dut yedim, hiç sörf yapmadım, pek yandım falan ve filan. Beleş bira içtim bol bol, salak salak dans ettim, sonra yorulup benim gibi salak salak dans edenleri izleyip dalga geçtim. Funky C belli bir yerden sonra "eeh ama" dedirtse de -ki bu tamamen benim cıps cıps ve get up everybody in da house, say yehiho kültürüne olan uzaklığımdan da olabilir- kesinlikle eğlenceli adammış, bunu gördük. Bir grup çıktı, ismini bilmiyorum, ama Emma Shaplin falan söylediler baya uzun bir perküsyon hedesinden sonra. Pek bir alakasızdı. Bir de Panç yahut Punch diye bir grup çıktı, rock cover yapan, onları bir iki şarkı dışında izleyemedik, ama eğlenceli gözüküyordu onlar da. Bir de son not; hastasıyız Ali Palamutçu'nun.


Yazımı Deniz'in çektiği Ayşegülnazcan fotoğrafıyla bitiriyorum, bitirmiyor değilim. Bir de açıklama: Başlıkta geçen espirinin kaynağı, benim dut ağacı tarafından ele geçirildiğim gün bir şekilde dutların üzerine oturmam ve şortumda, "popo nahiyesinde" çeşitli dut lekelerinin oluşmasıdır. Bu da böyle bir anımdır.

John William Carter, nam-ı değer JC

Amcamın bu fotoğraftan haberi yok tabii...
Üstelik netleyememişim bile...

PWA'da fink atar, hahah ben fotoğraf çekiyorum diye gezerken basın ofisindeki bilgisayarda JC'nin çektiği fotoğrafları görmem, fotoğraf konusunda bir süre daha ahkam kesmemem gerektiğini hissettirdi. Ne hissettirmesi, bildiğin yıkıldım. Zaten ahkam kesmekten hazzeden bir insan değilim, kırk yılda bir üzerine çok uğraşmadan az çok yapabildiğim bir iş bulmuşum, biraz övüneyim derken o da yalan oldu.
Neyse, bunun üzerine JC amcamızı birkaç kez dürttüm, rahatsız ettim, ve sonunda çok kolpa bir röportaj yaptım kendisiyle. Oldukça fotoğrafçılıktan uzak aslında, ama 10 dakikada bu kadar oluyor, ne yapalım-amcamızın bota binip onbinlerce sörf fotoğrafı çekmesi gerekiyordu o anda.
JC'nin çektiği fotoğraflarla süslü söz konusu röportaj da na şu işte:


Ayşegülnazcan: Siz de rüzgar sörfü yapıyor musunuz, ya da sörfe ilginiz var mı? Yoksa bu sizin için sadece bir işten mi ibaret?

JC: Rüzgar sörfü yapıyorum sayılmaz, yani öğrendim, yapıyorum ama çok basit düzeyde, pek ilerlemedim. Fotoğraf çekme konusuna gelince, tabii ki bu benim işim ve rüzgar sörfüne ilgim var, ama sanırım fotoğraf çekmiyor olsam oturup sörf seyretmezdim.

Ayşegülnazcan: Peki sadece rüzgar sörfü mü çekiyorsunuz, yoksa başka organizasyonlarda da çekim yapıyor musunuz?

JC: Genelde rüzgar sörfü. Yani 1989'dan beri profesyonel olarak rüzgar sörfü fotoğrafları çekiyorum. Ama onun dışında bazen normal sörf yarışlarında, düğünlerde de çekim yapıyorum, günlük olağan şeyleri çekmeyi seviyorum.

Ayşegülnazcan: PWA'da nasıl fotoğraflar çekiyorsunuz? Hangi teknikleri kullanıyorsunuz?

JC: Her açıdan, her çeşit fotoğraf çekmeye çalışıyorum, kullanabileceğim bütün olanakları kullanıyorum. Bottan, su altından, sörf yelkeninin üzerinden uzaktan kumandayla, helikopterden, her yerden çekiyorum, her çeşit lensi kullanıyorum. Hem websitesi için, hem de organizasyonun kendisi için fotoğraf çekiyorum, ama eğer her açıyı kullanmaz, her yolu denemezsem bütün fotoğraflar aynı olur. Bunu engellemek lazım.

Ayşegülnazcan: Şimdi biraz magazinel bir soru geliyor... Sörfçüler arasında model olarak en sevdiğiniz kim? Yani en güzel pozları hangi sporcu veriyor?

JC:Aslında öyle bir favorim yok, buradaki bütün sörfçüler dünyanın en iyileri, o yüzden hepsini çekiyor olmaktan çok mutluyum. Ama mesela bazı sörfçüler var, Angulo gibi, diğer sörfçülerden daha "acaip" hareketler yapıyorlar, dönerken daha çok havaya kalkıyorlar mesela... Bu tip sporcularla daha farklı pozlar yakalayabiliyorum.


Ayşegülnazcan: Son soru... Şu ana kadar çekmediğiniz neyi fotoğraflamak isterdiniz?

JC: Olimpiyatlar, kesinlikle. Şu anki işime de benziyor ve dünyanın en iyi sporcularını en yüksek performanslarında, limitlerini zorlarlarken çekiyorsunuz. Olimpiyatları çekmeyi gerçekten çok isterdim.



Röportaj burada bitti sayılır ancak ekleyeceğim başka birkaç şey daha var. Öncelikle amcanın diğer fotoğrafları na şurda. Sonra, sorulardan biri aslında kullandığı kamera ve lenslerdi, o ise bunları o anda sıralayamayacağını, ancak istersem maille listesini yollayabileceğini söyledi. Liste daha çok PWA ile seyahat ederken taşıdığı ekipmanla ilgili ama olsun. Buyrunuz:

  • Canon 600 F4L lens: It’s my most used lens for all round windsurf shooting. I use it at Hookipa, Gran Canaria and at most PWA events.
  • Aquatech Flash housing (red): Designed for my 550 EX Flash.
  • Lowepro waist bag: When I am shooting I use this to store spare batteries, memory cars and lens cleaning tissues.
  • Da Kine Camera bag: Great camera bag which takes all my bodies and hard drives when travelling.
  • Ports: All for Aquatech housing for the following lenses17-35, 24-105, fisheye, 28-135mm, 70-200mm.
  • Aquatech housing (Yellow): Good quality housing for water shooting.
  • Battery chargers for EOS 1d mark 2, 40D, 400D and 30D cameras: Have to charge everything every night while I am away.
  • Polarizing filter: For those exotic wide shots with dark sky and puffy white clouds.
  • Manfrotto Fluid head: Essential to have a decent smooth head to go with the tripod.
  • Remote control for mast camera set up: They don’t like this in US customs.
  • Spare batteries for EOS 1d mark 2, 40D, 400D and 30D cameras: I need plenty of spares for long shooting days.
  • Card reader: To download memory cards onto laptop.
  • Memory Cards: I have over 40 gigs of memory cards so can pretty much shoot anything that moves all day if I want to!
  • Canon 550 EX Flash: My friend dropped it and its gone a bit weird ever since.
  • Canon 300 F2.8 is lens: A beautiful sharp lens for general sports and portraits. I used this for all the land shots in Cape Verde this year as the 600 F4 was too tight.
  • Canon 70-200 F2.8 is lens; Good all round lens for portraits, helicopter and general shooting:
  • Canon 15mm fisheye: Funky lens for mast mount shots and wide water shots.
  • Canon 85 F1.8 fixed lens: Great portrait lens.
  • Canon 40D: My all round spare body.
  • Canon EOS 1D mark 2: My main camera for helicopter shoots and land shooting with the 600F4.
  • Canon: 17-35 F2.8 lens: My wide angle zoom for beach shots, landscapes and a good general lens.
  • Sensor cleaning kit: Essential to get those dust spots off the camera sensors while I am away.
  • 1.4 canon converter: To help zoom in a bit tighter with the 600 F4.
  • Sekonic Light meter: Very useful for tricky lighting situations.
  • Pole Camera: For funky freestyle shots.
  • Canon 30D: Goes in my water housing.
  • Mast mount housing (Blue): Takes my Canon 400D and Tokina 10-17 fisheye zoom.
  • Two Quantum battery packs: For shooting prize giving ceremonies and fashion work.
  • Canon 5D: being repaired.
  • Canon 400D
  • 580 EX Flash

Amcam en son Maui'ye giderken 70 kiloluk bagaj ve 25 kiloluk el bagajı götürmüş. "Muhtemelen
yarısına pek ihtiyacım yok ama bütün bu oyuncaklara sahip olmak çok güzel" diye ekliyor kendisi. Ben de kafam 180 derece eğik-evet evet 180 derece eğik, düşünün ne kadar ezik kaldığımı- bakıyorum. Ne yapayım...

12 Ağustos 2008 Salı

Frankie says relax!

Sabah sabah sörf alanı...

Wasssup dude? Evet, doğal rasta halini almış saçlarımdan kurtuldum, yemeğimi yedim, fotoğrafları jpege çevirdim, ve yine bilgisayar başındayım. Peki bugün Allah için ne yaptım? Aslen bugünün PWA da geçirmiş olduğum (geçen sene dahil) ve geçireceğim günlerden çok bir farkı olduğunu söyleyemem, bütün gün kuledeydim, kayıt tuttum, Fransızca konuştum, mutlu oldum. Bir de bir turda 7 kişiyi diskalifiye ettik, komediydi. Başka da bir olay yok.

Sinir bozukluğu var, ben etrafta "yahu fotoğraf çekiyorum ben" diye dolaşırken bir gazeteci amcanın çektiği fotoğrafları görüp ezildim. Öyle böyle bir ezilme değil. Baktım salyalarım akarak fotoğraflara, ama kimse görmedi. Kafamı 45 derece sağa eğip basın ofisinden çıktım. Kendimi "Ama onun lensleri... Makinası... Falan... Üüü..." şeklinde avutmaya çalıştıysam da olmadı.

Ben fotoğraf çekerken benim yapmam gereken işi yapan Frank.

Bu arada yaldır yaldır sallanan bir kulemiz var. Ne zaman yıkılacak diye bekliyoruz. Bu sağdaki de kulemizin manzarası, yani uzun mesafe manzarası değil tabii, ama aşağı bakılınca bu gözüküyor işte. Gençlik sörf seyrediyor çılgınca, bir bu kadarı da kuleye tırmanıp orasından burasından izliyor yarışı. Kule yamuldu, bildiğiniz yamuldu. Zaten Roberto her yürüdüğünde sallanıyoruz, Allahtan minder alıp minderlere yaydık da, redbullarımızla lüks içinde bir hakemlik sürecine girdik. Ve evet, yine cümlelerin kontrolünü kaybediyorum.

Yorgunum, ama güzel yahu. Bir de dizlerimi yaktım yine, yaktım dediğim, güneşten. Hiçbir yerim yanmadı ve dizlerim yandı. Evet, zeka fışkırıyor her yerimden:).





11 Ağustos 2008 Pazartesi

Yıllarca göremediği kuzenini PWAda buldu!

Dan Abimiz kilo almış...

İlginç yahu, annemler gitti İzmir'e ben Çeşme'deyim. Bonfil kardeşimizi gördüm, bir dondurma ısmarladım kendisine. Eve döndüm, oda toplama bahanesiyle-ev hala satılık olduğu için evi toplu tutmam gerekiyormuş- msnde sağa sola saldırdım. Gerçi herkese saldırım aynı şekilde olmadı, ama çoğunlukla kitledim insanları. Aldım biramı, filmi seyrettim, beklediğim kadar iyi değil, ama bir beklentim de yoktu zaten. Güzel ayrıntılar vardı filmde, güzel ayrıntıları severiz.

Sonuç olarak gittim yattım Nilgün Teyzeler'de, fırtına koptu, bir saate kalmadan yağmur başladı. Uyandım. Uyudum. Kedi geldi. Uyandım. Uyudum. Kedi miyavladı, uyandım, baktım dışarı çıkmak istiyor, balkonun panjurunu açayım dedim. Kalktım, baktım Menevişler gelmiş, Meneviş beni görünce özür dilemeye başladı (neden?!), bense sevgiyle doldum (sanırım uykulu haldeyken bi hipiye dönüşüyorum, ya da kafa yapıyor gibi bi şey). Sonra Zeynep de geldi, beni yatırdılar ve kafama dikilip "İpek? Naber? Ahahaehaha...İpek? Nasılsın? Naber? Hohehahahea... Yarın işe mi gideceksin İpek? Bussiness woman?! Haehahaeha... İpek? Naber?" şeklinde repliklerle bilincimin içine ettiler. Hani benden burada beklenen sesimi çıkarmamam ama içimden küfretmem, ama ben sevgiyle doldum yine. Yani bir yandan düşünüyorum, lan kızmam lazım, sabah erken kalkıcam, zaten uyuyamadım, ama kızamıyorum, hatta sırıtıyorum. Anaç duygular yine. Fazla anaçlık. İyi değil be:)

Neyse, bütün gece rüyamda ekmek fotoğrafları (?) gördükten sonra sabah yedi buçukta kalktım, evime gittim, hazırlanıp muhteşem organizasyon PWA'nın yolunu tuttum...

Ekip aynı ekip. Frank, Roberto, Hugo, Cemal Abi, Kemal Abi, Gülden Abla... Bu sene tabii geçen seneki elemanlar yok, yenileri gelmiş, hakem ekibine Sparkey adlı dünya tatlısı bir herif katılmış (Spark, bu da sana kapak olsun ahahah), ilginç bir şekilde yarışçıların yaş ortalaması düşmüş... Pek fotoğraflarını çekemedim henüz beraber çalıştığım insanların, ama çekmişimcesine kabul edebilir ve şu fotoğraftaki iki insanı Frank ve Gülden sayabiliriz. Arkada çekirdek çitletircesine yürüyen adam da Hugo olsun.

Bu arada, benim tanımadığım bir kuzenim var. Daha doğrusu, aslında tanıştık, -tanıştırıldık-, yanlış hatırlamıyosam Bodrum'da, yanlış hatırlamıyosam ilkokuldayken. Yaklaşık 5 saniye süren tanışıklığımız ilerlememekle kalmadı, unutuldu bile. Üstelik, Kemal Abi'yle yıllarca muhabbet içinde olduk, kaç kere görüştük, Mert yok. Şimdi bu fotoğraftaki sörfçü abimizi Mert sayarak kendisine şunu demek istiyorum: Mert, naber?


Evet, Mert'le tanıştım. Evet, Russel Crowe suratlı bir kuzenim var. Evet, çizim falan yapıyormuş, iyi herifmiş. Evet, o kadar tanışmıyoruz ki sabah tanıştığımız halde ismimi akşamüstü öğrendi. O derece.
Bunun dışında aynı her şey geçen seneyle. Yine kuledeyim, yine kayıt tutuyorum. Yine komik insanlar. Yine sörfle hiç alakam yok. Tek fark şuydu bugün, geçen sene hava çok sıcaktı, bu sene kulede donduk. Bildiğin donduk...

Ali Bey sayesinde Ilıca'ya döndüm, beni bırakan teyzesine de Migros'ta bırakmasını, yürüyüş yapacağımı söyledim. Yani evet, zahmet olmasın diyeydi, ama hakkaten yürüyesim de vardı. Üstelik canım bir şeyler yemek istiyordu ve o sırada ne yiyeceğimi bilemediğim için herhalde dondurma alırım diyordum...


Ve o an onu gördüm... Midye... Midyee... Migros'un önüne tezgah açmış abim. Hemen aldım, eve gidene kadar yedim yedim, keşke daha fazla alsaydım dedim, sağlık oldu. Bir yandan kafamda "soft skies no lies", kalbimde midye aşkı -evet, uzunca süre bu şarkıyı gönderebileceğim kimse olmadığı halde niye dinleyince sırıtmaya başlıyorum diye düşündüm, ve midyeye göndermeye karar verdim. Midye.


Ne diyordum? Menevişlere geldim, çıktık, Zeynep aldı bizi, Efe ile MErtlere gittik. Sahile inmeceler olsun, dürüm yemeceler olsun, film çekmeceler olsun (çekmece?) (bunu çok yapar oldum, biri beni durdursun) pek güldük, pek eğlendik.

Şimdi de uykum var, feci. Gözlerim yarı kapalı olarak yazıyorum şu son satırları. Ayrıca bu kadar devrik bir cümle kurunca içimden şairane-depresif-seksenler-siyahbeyaz bir şekilde devam etmek geldi, ama nasıl üşendim anlatamam. Uluç'a buradan kendini ünlü hissetsin diye selamlarımı gönderiyorum bir de. Ağlama len.

İşte hayat böyle burada.

on a rainy day, let the children play, all the games inside, come and take ride...

Sivrisineklerden nefret ediyorum...

Gidip guruyla oturayım bari...:)