31 Temmuz 2008 Perşembe

Ayşegülnazcan İstanbul'da, bölüm 2: Let Love Rule

Uluç is sooo cooool....

Tekrar merhaba sevgili blogseverler. Üst fotoğrafta görmüş olduğunuz kare Küçük Beyoğlu'ndaki toplaşmadan bir kanıt, bir anıdır. Evet, burada muhabbet çoktaan boka sarmıştı, hatta yanlış hatırlamıyorsam bilimum hatun ve iddia muhabbetinden sonraydı bu. Yanlış da hatırlıyor olabilirim tabii, o ayrı, ama o kadar da önemli değil. Maksat o geceden bloga bir fotoğraf kalması, ama toplamda üç fotoğraf var ve birinin çok karanlık, diğerinin de çok artistik olduğu göz önünde bulunduruluarsa en koyulası bu fotoğraf. Ve evet, bir gün uzun cümleleri kontrol edebileceğimle ilgili umudum var gibi.

Ne diyorduk, ya da nerede kalmıştık? Dün hiç fotoğraf çekmemiş olsam da sanırım güzel bir gün olduğunu söyleyebilmek için bir kanıta ihtiyaç yok. Sabah yine Görkem Bey'in yanına gittim muhabbet eylemeye, hatta Ege Beylere de rast geldik, pek normal olarak direkt futbol muhabbeti açıldı, ben de uykusuz okudum. Gerçi bir an bir aydınlanma yaşadım "Lan... FM oynasam ya ben..." şeklinde, Ege ile Görkem de "anlamsız boş bakışlarla" bana döndüler. Sonra söylediğim bana da mantıksız gelmedi değil, ama yine de oynanabilir, neden oynanmasın ki, değil mi?

Sonra karşıya geçmek icap etti sayın Memo Bey'in filmi için, ki ismin başındaki "sayın" ibaresine dikkat çekmek istiyorum, neden bilmem. Filmin kimi kasetlerini izledik beraber, oldukça güzel gidiyor gibi gözüküyor ama tabii montaj sonrası da izlemek lazım:) Neyse, kimi sahneler çektik, kendisinin oyunculuğuna hayran kaldık - özellikle sapıtma sahnelerinde- , deli gibi güldük, eğlendik. Bir de kırkayak güzel bir hayvan yahu, hakkaten.

Sonra yine karşıya geçmek icap etti sayın Lenny Bey'in konseri için, ama bu sefer sayın ibaresine dikkat çekesim yok. Ne diyordum? Geçtik Beşiktaş'a, Kuruçeşme'ye kadar yürüdük. Yolda Sayın Kösemen bol bol fotoğrafını çekti sağda solda gördüklerinin, Türkçe Rap'e yapıcı-eleştirel bir gözle baktık. Ayrıca şunu da belirtmek isterim ki, bir sevgilide en çok aranan özellik, sevgilisini güzel tuvaletlere götürmesidir. Önemli olan budur, gerisi yalandır.

Ha ne? Evet, Lenny Kravitz. Bir süre Dünyacan Bey'i bekledikten sonra bilekliklerimizi takıp, fosforlu bıdılarımızı da alıp içeri girdik. Lenny Amcayı birazcık bekledik, evet, ama, yahu ne güzel konserdi. Amcamın kafada yıldızlar dönüyor zaten, pek de güzel söyledi ve çok içtendi yahu, girdi seyircilerin arasına.. Yahu, evet, şu dakika fark ettim ki sevmiyorum konser yorumlamayı. Güzeldi işte, çok güzeldi.

Konser sonunda topladığım mavi bıdıları Memo'ya verdim, filminde kullanması için, akabinde Maltana mıdır, malt içeceklerimizi alıp (ben bitiremedim) Beşiktaş'a yürüdük. Yolda köprü ışıklarının manasızlığını irdelerken -bu bireysel bir irdeleme zira Dünyacan Bey'e göre ertesi gün bunun muhabbetini yapıp çok güldük diyemezmişiz, gerçi ben diyorum şu an, ama bireysel güldüm yine sanırım bu işe- Burger King'in kapalı olduğunu gördük, kendimizi KFC'ye attık. Karnımızı doyurduktan sonra da İstanbul'da kaldığımız yerlere dağıldık.


İstanbul'a geldiğimden beri ilk defa normal bir yatakta yatmış olduğumdan olsa gerek, fosur fosur uyumakla kalmadım, sabah da onbire kadar falan uyanamadım. Uyandıktan sonra da tabii ki Ece Hanımı rahatsız etmeye gittim, iki kat yukarı. Çaylarımızı içip, günlük olağan bilgi alışverişimizi yaptıktan sonra, kendisini kendi yaptığım abuk sabuk müzikler eşliğinde çılgınca dans ettirdim. Söz konusu dansı tamamladıktan sonra Ece hatun kendini derse verdi, ben de bütün günümü internet karşısında tembellik eyleyerek geçirdim. Sonra da "aaa madem wagamama kuponumuz var ve madem bugün harcamak için son gün, neden üşenmeyip Taksim'e gitmiyorum ki harcamak için" dedim ve sevgili Pink Floyd Tiribüt grubumuzun sevgili sesçisi Hakan'ı dürttüm...



İşin aslı şu: ben çılgınca üşeniyordum Taksim'e inmeye, üstelik benimle Taksim'e inecek olan Ece'nin de ders çalışması gerekiyordu. Ancak Hakan ve Selin'in bana vermiş olduğu Wagamama kuponu bir araya gelince Dorm tarafından ele geçirilmekten kurtuldum bir şekilde, ve kendimi dışarıya attım. Dişil varlıkları anlamıyor olduğunu iddia eden arkadaşımızı abuk sabuk danışman edalarıyla biraz aydınlattıktan sonra 7PF provasına geçtik, karnımız tok bir şekilde. Prova fotoğrafları da mevcut, ancak onları henüz JPEGe çevirmedim, bir sonraki yazıya artık, inşallah:)


Ve, evet bu akşam 7PF2P konseri var, StudioLive'da:)

29 Temmuz 2008 Salı

Ayşegülnazcan İstanbul'da, bölüm 1: Afiyet Metalika!

Eveet, nihayet sevgili popcore gençlerini beklerken Burger King'in muhteşem Wi-fi hizmeti sayesinde yazabiliyorum. Kaç gündür İstanbul'dayım ki, 4 sanırım, evet bu 4. gün, pek hoş.

Peki neler oluyordu İstanbul'da? Nili pek bir insanın yolculuğu nasıl geçebilirdi? Menemen ne menem bir şeydi? İşte bütün bu soruların cevaplarını önümüzdeki paragraflarda bulabilecektiniz sayın seyirjiler.

Meraba, ben Spark. Bu da arkadaşım Jimmie. Merhaba de Jimmie.

6 kişi başladığımız yolculuğu bir kişinin uyuması, diğer kişinin de "lokasyon" olarak uzakta kalması nedeniyle 4 kişi sürdürdüğümüzü söyleyebilirim sanırım. Hatta öyle bir sürdürdük ki bütün otobüs bıdır bıdır konuşan bu 4 gençten nefret etti. Muavinin bize karşı sempatik tavırları olsun, düşmek üzere olan üst bagajlar olsun, Kıraç olsun, her şey mükkemmel bir tatilin başlangıcını garantiler gibiydi-ha?

Can, çok sevdiği Kıraç'la birlikte...



İstanbul'a varır varmaz fütursuzca işgal ettiğim Dorm'dan Ece'yi aldım, ve Hisar'a kahvaltı etmeye gittik. Kimi menemen ve çayları tükkettiğimiz "Sade Kahve"de bir yandan gülüştük, bir yandan dertleştik, kimi zaman tebessüm ettik, kimi zaman hüzünlü gözlerle etrafı kestik. Dostlar meclisinden biz böyle geçtik. Ehm, evet...




Anneannemin de orda olmasından kelli kendimi teyzemlerin evine attım, kahvaltının akabinde, ve çekinmedim, uyudum. Oylum Hanım da uyudu, onun da çekindiğini görmedim. Uyandıktan sonra ise başladı şenlikler, fallar olsun, dedikodular olsun, klasik bir "Öcal" familyası davranışı olarak, havada uçuştu. Gece erken yatıldı, sabah erken kalkıldı, Oylum Hanım'ın televizyon programı seyredildi, anneannemiz havaalanına, Nil İpek ise yurduna yollandı.

Evet, üstünü değiştirip Metalika için yola çıkan kahramanımız Abstre'ye uğrayacaktı. Ve evet, Taksim'de gezen her 10 insandan 8i siyah tişört sahibiydi, bu 8 siyah tişörtün 6sının bir yerinde mutlaka Metallica yazıyordu. Hihihi hohoho efektleriyle Abstre'ye gidip, benzer efektlerle çıktık, Ali Sami Yen'e gittik. Ne kuyruklar gördük sonunda kapı yok, ne kapılar gördük önünde kuyruk yok... Pentagram'da "Popçular dışarı" diye bağırılırken (evet, burada popcore adlı grupta olduğum halde hiç üzerime alınmamam da cabası) "I see you baby, shakin' that ass... shakin that ass.." şeklinde cevap veren mavi tişörtlü Alper arkadaşımızı takdir ettik. Ki kendisinin fotoğrafını koymayı pek isterdim, ancak fotoğraf makinesini konsere götürmediğim için konser esnasında çekilen zavallı fotolar cep telefonuna hapis kaldı. Son bölümde onları da yayınlamayacağım değil.

Ne diyorduk? Metallica. Nil İpek Hülagü metalci. Nil İpek Hülagü'nün siyah tişörtü var (grup tişörtü değil, rica ederim, düz tişört, bildiğin:)). Nil İpek Hülagü Metallica'yı sadece iki şarkı seyredebildi gerçek anlamda, onda da arkadaşının sırtına çıkınca anca. Onun dışında büyük ekranda DVD seyredercesineydi her şey. Ama coşkuyu, müziği falan inkar etmeyecektir sorsanız. Pek eğlendik Abstre ekibiyle-buradan cümleten, hepsine, özellikle Arda ile Alper'e de teşekkürlerimi sunuyorum. Bi de nedense konseri yorumlamak istemiyor kendisi bugün. Tembel işte.

Gece, dorm, Sena ile sevgi dolu dakikalar. Sabah, Ece ve Sena Hanımlarla kahvaltı dolu dakikalar. Yağmurun başlamasıyla Ece Hanım'da korku dolu dakikalar. Benim ders çıkışına giderek sürpriz yapmak istediğim Görkem Bey'in arayıp simit sarayına gelmesiyle hem sinir hem mutluluk dolu dakikalar...






Görkem Beylerle -ki fotoğrafta da göreceğiniz üzere pek mutlu kendisi bu okulda olmaktan- manzaraya oturup nostalji yaptık biraz, gerçi yağmur yağıyordu ve inşaat-taadilat bir şeyler vardı ama yine de keyifliydi banklarda oturmak. Sonra İstinye Park'a gitmeye heves ettik, ama Sarıyer otobüsü geçmedi, boynumuzu büküp Cevahir'e gittik. Not: Ulan neydi o Sbarro'da yediğimiz içi dolgulu pizza? Kalkamadık yerimizden bir süre.






Odaya uğrayıp kimi eşyaları topladıktan sonra Deniz Hanım'ın sınav çıkışına gittik çılgınca. Niye çılgınca gittik bilmiyorum, hatta biz kimiz onu da bilmiyorum. Neyse, orada Engin Beylere rastladık, Ergin Beyler de geldi, Deniz Hanım da sınavdan çıkınca tam olduk ve Deniz Hanımlara misafir gitmek üzere yola çıktık-buradaki biz kavramına Sayın Engin Dağlık dahil değildir, ama bu cümleden anlaşılan da Engin Dağlık adlı arkadaşımızı dışlamışızcasına falan falan. (Getiremedim cümlenin sonunu. Şu an zeka seviyem oldukça düşmüş durumda ne yazık ki. Az önce Uluç'u baydım, önümüzdeki saatlerde kim bilir kimleri bayacağım...)

Ne diyordum. Gittik Deniz Hatun'un evine, yemekler yedik, konserler izledik. Gerçi tek bir konser izledik (Karton-Taşoda) ama onu 15782 kez seyrettiğimiz ve her seferinde gaza gelip, belli yerlerde pek güldüğümüz için sanırım konserler desek o kadar da yanlış olmaz. Gecenin ilerleyen saatlerinde Walk the Line adlı film sayesinde country müziğe, Ozan'ın (Deniz'in kardeşi) Ergin'e verdiği tişört ve şortla gülmeye, Deniz'le aynı yatakta yatmamız sayesinde de dedikoduya doyduk. Sabah yağmur sesiyle uyanmak bizi korkutmuş olsa da, çekinmedik, gittik Taksim'e, stüdyoya bile girdik. Hatta daha önce çalışıp çoğunu tamamlamış olduğumuz şarkıyı güzel bir hale sokamadan, daha önce hiç çalışmadığımız iki şarkıyı pek güzel yaptık.

Ve evet, stüdyo sonrasında da Burger King ve yaşasın Wifi. Ve hatta popcore, ve hatta küçük beyoğlu ve hatta bira. Ben böyle bir muhabbet hatırlamıyorum canlar. Gerçekten:)

26 Temmuz 2008 Cumartesi

Ayşegülnazcan İstanbul'da, giriş.

Evet, uykusuz ama eğlenceli bir otobüs yolculuğu sonunda nihayet İstabul'dayım. Her ne kadar Metallica konusunda birazcık sorun çıkmış olsa da, sonuçta konseri izleyeceğimden kelli, gerçek bir problem söz konusu değil. Diğer biletleri de edinmek lazım gelir.
Şimdi teyzemlerdeyim, önümüzdeki 10 gün boyunca da superdormda konuşlanacağım gibi gözükmekte. Görüşmek istediğim çok insan ve yapmak istediğim çok şey var, ne olacak bilmiyorum.

Sonuç: Odaya dönünce yepyeni fotolarla karşınızda olacağımdır:)

24 Temmuz 2008 Perşembe

Ne? 20yi mi gördük sonunda?

Evet, anket sonuçlarının bizi bir şekilde mutlu ettiği günlerdi. Bütün arkadaşlarımız blogumuzun uçacağını söylemiş, bizi gaza getirmişlerdi. Peki biz kimdik? Bilmiyorduk. Ancak bu yazının konusu ne bizim kim olduğumuz, ne de bu yazının kaçıncı yazı olduğuydu; bu yazıda bir nevi nostalji yaşayacaktık...

Nice genç neferin ocağını söndürdün be mecik..

Geçen gün küçük kuzenimin elinde Full Metal Alchemist kartlarını görünce, ve üstelik paketini 1 ytlye aldığını duyunca bir an meraklandım ve "Ver bakayım şunları bana" şeklindeki klasik genç nesli anlamaya çalışan yetişkin rolüme büründüm. Baktım kartlara, hani resimler zaten direkt screenshot, baskı ve kart kalitesi de çok yüksek değil, ama 1 ytl olması bunu normal karşılıyor. İşin tuhaf tarafı, kartları inceledikçe mantığının -muhtemelen- Magic:The Gathering'e pek benzediğini fark ettim -ki Allah kahretmesin, hemen hemen bütün kart oyunlarının mantığı Magic'e benzemekte- bu da beni "LAN LAN LAN" nidalarıyla odama koşturdu. Merdivenleri üçer beşer tırmanıp (sanki 145 basamak varmışçasına) odama vardım, hemen bütün kartlarımın bulunduğu dandik kutuyu buldum, kuzene gösterdim. Full Metal Alchemist'in mantığını anlamamış olan kuzenin tabii Magicleri görünce iyice aklı karıştı, ama kafama takacak durumda değildim azizim, o esnada sevgili kartlarım tarafından hipnotize edilmiştim. Tek tek inceledim tekrar bütün kartları, kartların üzerindeki resimleri, kart tasarımlarını, özellikleri... Kaç tanesinin common, kaç tanesinin uncommon, kaç tanesinin legendary olduğunu-ki arkadaşlarımla kıyaslandığında çok fazla kartım yoktur benim, dolayısıyla ekstrem değerli kartlar da yok. Lisede yaptığım desteme baktım, diğer kartlara bakıp, lan bunu niye koymamışım ki desteye diye hayıflandım falan... Böyle bir an gaza geldim, birileri olsa da oynasam lan diye, ama gaza geldiğimle kaldım öyle...

Aslında Magic:The Gathering adlı oyun, annemin iş arkadaşının oğlunun (zincirleme isim tamlaması) tamamen kendi egosunu tatmin amaçlı bana oyunu öğretmesiyle hayatıma girmişti. Evet, oyundan bi bok anlamamıştım, ve Ege muhteşem kartlarıyla habire beni öldürüp
duruyordu... Birkaç ay sonra, yine çok sevdiğimiz bir arkadaşımız olan Doğan, sınıfa magic kartlarını getirmeye ve oyunu çevresindekilere öğretmeye başladı. Oyunun mantığına aşina olan ben de öğrendim tabii bir şekilde-ancak strateji oyunlarındaki genel başarısızlığım nedeniyle pek yükselemedim. Gerçi bu başarısızlık strateji oyunlarında değil sadece, olay başka insanların da dahil olduğu bilimum oyunda geçerli, ve mantık şu: Ya, şimdi ben o taşı kırmayayım... Devam et sen... Şimdi vursam mı, yok vurmayayım ya... Tabii "karşımdaki üzüleceğine ben yenileyim bari" mantığıyla ne satrançta, ne tavlada, ne de Magic'te bir yere varılamıyordu, bunu da yaşadıkça görüyordu Ayşegülnazcan. Yine de ciddiye alınmıyor olmanın şöyle bir iyiliği vardı; örneğin 3-3 oyunlarda karşı takım benim dışımdaki herkese saldırıyor, ancak ben ne de olsa kolay lokma olurum diye bana dokunmuyordu. Bu arada ben, karşı takımın en güçlü oyuncusuna çılgıncasına saldırıyor, kendisini 0a düşürüyor, bir de üstüne seviniyordum. Magic'teki ezik maceram bir süre de böyle devam etti...

Ancak sonra bir şeyler oldu. Umut adlı arkadaşın da desteğiyle (kart değiştirirdik kendisiyle, onun kırmızı ve siyah desteleri vardı, benim beyaz ve yeşil, dolayısıyla
kullanmadığımız kartları birbirimize verirdik) benim acaip bir beyaz ve yarı acaip bir yeşil destem oldu. Beyaz destem o kadar sinir bozucuydu ki; ya habire ekstradan can veriyor, ya karşıdakinin yaratıklarını ona karşı kullanıyordum, evet, karşıdakine çok bir zararım yoktu, ama karşımdaki de beni öldüremiyordu. Yeşil destemde ise ilk Legendary kartım olan Gaea's Cradle vardı, o zamanlar o tek kartın değeri 18 dolardı, şu anda sanırım 25 dolar... Öyle çok çok değerli bir kart değildi, ancak çok severdim kendisini, çok da talibi vardı aslında, ama eşyalarla kurduğum abuk sabuk gönül bağları onu takas etmemi ya da satmamı engelledi. Destemdeydi, mutluydu, ben de eğleniyordum, az çok düzgün oynamaya başlamıştım zira. Ek olarak, oyunu oynayabilmekten çok oyun esnasındaki muhabbetlere katılabilmek güzeldi.


Ha, ne oldu? Bok oldu afedersiniz. İki destem de ortadan kayboldu-çalındı demek istemiyorum. Sesimi çıkarmadım o dönem, gerçi şimdi de olsa çıkarır mıyım bilmiyorum. Zaten işin iyice suyu çıktığı için, yani derslerde bile magic oynandığı için oyun okulda yasaklandı. Sonra sadece öğle tenefüslerinde oynamak serbest bırakıldı... Magic oynayanların çoğu takas muhabbetlerinde bir genç tarafından bolca kazıklandı, onlar da onu telefonda işlettiler, fakat söz konusu kazıkçı biraz arkası sağlam çıktı... Henüz ortaokulda okuyan zavallı gençler neye uğradıklarını şaşırdılar... Falan falan ve falan...


Sonra lise birde yine bir magic furyası başladı, yeni bir deste yaptım yeşil, oynadım bir süre ama sarmadı. Zaten kartların yeni tasarımları da eskisi kadar karizmatik ve güzel değildi. Sahilin sihirbazları işi iyice ticarete dökmüş, daha çok kart alınması için kartlara abuk sabuk özellikler eklemiş, ancak oyun zevkinden çok şey alıp götürmüştü. Böylece sözkonusu kartlar bir kutuya koyulup kaldırılmıştı...


Şimdi? Yeni deste yapasım var... Oynayasım var... Bir yandan da üşenip sadece oyununu indirip onunla yetinmek var.
Her şeyin yoluna yavaş yavaş girişini kutlayasım var, en önemlisi bu... Hani, magic falan şu anda hikaye aslen:).

23 Temmuz 2008 Çarşamba

Ayşegülnazcan is kind of a tanbul...

İstanbul adlı güzide şehrimize gitmek için otbüs biletimi aldım. Kalacağım yerleri de ayarladım. Konserler de tamam sayılır, ama o kadar kolay oluverdi ki her şey, "ya bir bokluk çıkarsa" korkusuyla net bir "tamam" diyemiyorum.

Sonuç olarak, gerek ben gittikten sonra İzmir'de olacaklarla ilgili, gerekse İstanbul gezimle ilgili beklentilerimi minimuma indirmiş bir şekilde geri sayıyorum. Her şeye rağmen inatla lunaparktayım, ve
olası hayalkırıklıklarını önlemek için içimdeki tüm "ulan ben İstanbul'dayken düzelecek her şey" benzeri umutları engellemeye çalışıyorum.

Ve sevgili yazıma çevreye duyarlı bir kültür-sanat fotoğrafıyla son veriyorum:

Evet, orda bir göbek var uzakta... O göbek bizim göbeemizdir...

22 Temmuz 2008 Salı

Ulan hala isim bulamadık?!

hihihihohoho...

Henüz ismi bilinmeyen beste grubu diye birkaç yazı önce bahsetmiş olduğum insanlar toplandı, evet. Hem de İzmir'de, hem de Bostanlı ve Çeşme'de. Üşengeçliğimizden, gezentiliğimizden ve zaman zaman sıcaktan aslında çok bir ilerleme kaydedilememiş olsa da, iki şarkı tamamlandı, bir şarkı yarım gibicesine şu dakika. İstanbul'u bekliyoruz stüdyoya girmek için. Pek mutluyuz evet:)

Peki bu insanlar ne yaptı İzmir'de? Sabahın köründe geldiler, ben de onları sıcacık odama tıktım. Evde bulunan ve onların getirdiği tüm enstrümanları odanın çeşitli yerlerine yaydıktan sonra, kırbaç darbeleriyle onları beste yapmaya zorladım. Gerçi zavallı Ergin, enstrümanını taşıyamıyor olmanın verdiği eziklikle kimi zaman darbukayla, kimi zaman klavyeyle davul ambiyansı yaratmaya çalışmış olsa da-bu cümlenin sonu gelmiyordu. O yüzden Ayşegülnazcan cümleyi çılgınca ortasından kesivermişti.

Sonrasında Çeşme'ye giden gençlik bir köşeyi yurt bellemişti, çılgıncasına, çılgıncasına beste yapıyordu. Kumru ve karpuzla doyan, yöresel lezzetleri tadan söz konusu gençlik gecenin bir saatine kadar tıngırdamaya devam etti, çekinmedi. Zaten söz konusu bir saat de gerçekten saat bir idi, zira gençlik yol yorgunuydu ve gençliğin uykusu vardı.

Köftelerle aşk yaşayan adam Ergin


Ertesi günlerini plajda geçiren, sakızlı dondurmalarını alıp eve yürüyen Deniz, Nil ve Ergin, eve dönünce yine çalışmalarına devam etti. Melodikaların, klarnetlerin, gitarların havada uçuştuğu bahçede o gece mangal yakılacak, Ergin kendine bir baba figürü uygun görecek, kızları Nil ve Deniz ise anca köfte yiyecekti. Gecenin ilerleyen saatlerinde Meneviş Hanım da söz konusu mangal bıdısına katıldı, karnını doyurdu, muhabbetiyle hepimize neşe kattı. Ama gecenin asıl neşesi kesinlikle Brooklyn Funk Essentials konseriydi. Buradan Hanifah ablamıza sesleniyorum, ne biçim hatunsun lan sen? Hatta şunu diyorum, The Park ne güzel şarkıdır. Hastasıyız.


Mutlu bir şekilde İzmir'e dönen insan topluluğu, İzmir'deki ilk gününü fotoğraf çekimine ayırmamış değildi. Evet, onlar bir gruptu, ama hala grup fotoları yoktu. Gerçi o gün 15782 poz çekildikten sonra bu grup fotosu aşkı bitmeyecek, gençlerimiz her fırsatta, orda burda, habire fotoğraf çekilecekti. Ancak o gün, daha işin başıydı, kontrol hala elimizdeydi. Fallarla, fotoğraflarla ve -çok şaşıracaksınız ama- besteyle devam eden gün Ergin'in "ulan beni her sabah uyutmuyosunuz, ben de sizi gece uyutmıcam" şeklindeki isyanıyla sona erdi. Elbette bunda sıcağın da etkisi vardı, bir türlü doğru düzgün bir kayıt yapamamamızın da. Ama muhtemelen asıl neden intikamdı yine, zira tatilin her sabahı Deniz hanımla dokuz buçuk-on gibi kafasına dikilmiş, çok sesli Ergin şarkıları söylemiştik. Üstelik, kendi doğaçlama bestelerimizi icra ettiğimiz gibi (Ergiiin Ergiin Muraat Ergiiin Çiçeeek Böceeek Uyaaan Suşiii... gibi) çeşitli san'atçıların bestelerinı de "cover"lıyorduk (oooooooaaaiiiaa ergin, oba oba obaa, mas que Ergin... falan), hatta son sabah çeşitli koreografilerle de bu uyandırma servisimizi süslemiştik. Ama Ergin teşekkür edeceğine intikam alıyordu. Böyle bir insandı.

Son günümüz de pek bir gezmeli tozmalıydı efenim. Ayıptır söylemesi, gerçi niye ayıp olsun, Kemeraltı'nda, Konak Pier'de, Kordon'da ve hatta Kıbrıs Şehitleri'nde fink attık. Fink eylediğimiz her mekanın adının K ile başlamasının bir anlamı olmalı, ama bunu şifre çözücülere bırakıyorum, ve evet, ben aslında Buddha'nın torunuyum.

Her neyse. Gezdik, bira içtik, zırvaladık, vapura bindik ve eve geldik. Misafirlermiz ve larmız bavullarını toplayıp 11.35 otobüsüyle bize "baybay" dediler. Çok fazla saçmalayıp, çok fazla geyik yapıp, çok fazla dedikodu eyleyip çok çok fazla güldüğümüz bu tatilden geriye hala grubumuza isim bulamamış olmanın hüznü kaldı. Hüzün ne acaip kelime lan. İnsan kullanınca kendini şair hissediyo. Hüzün... Otobüs... Hüzünbaz... Kedinin hüznü... Vay be, sanırım kitap çıkarmalıyım. Biraz daha hüzün dersem Nobel bile alabilirim. Bir de tebessüm, bak, onda da aynı hava var..."Hüzünlü tebessüm..." İşte:

Buraya Deniz'in çok hüzünlü mülteci kız resmini koyacaktım...
Ama bu daha eğlenceli:)

16 Temmuz 2008 Çarşamba

Ay lav kas, ay lav veri kas!


Adam dondu lan....
Dün, kas sahibi arkadaşım Ayhan ile buluştuk-yine Forum Bornova'da, zira benim anneme hediye bakmam gerekiyordu. Cümleyi kurduktan sonra kimi açıklamalar yapmam gerektiğini hissettim: hayır, Ayhan body falan yapmıyor, son derece yüzücü bir insan kendisi. O kadar yüzücü ki, 2,5 km yüzüyor, bana mısın demiyor. Geçen gün ilk defa yorulmuş hatta, inanamadım, böyle acaip bir insan işte. Tabii o kadar kas sahibi olunca insanın dengesi bozuluyor, ister istemez herkes pembeleşinceye kadar kızarırken, ona bir üşüme geliyor. Ya da sadece Roma sweatshirtünü göstermek istiyor da olabilir, o da bir ihtimal tabiy:)
 

 Sonuç olarak, evet, o sıcakta Forum Bornova'ya gittik ve zaten o sıcakta gidince Forum Bornova gezimizin amacı biraz saptı. Dükkanlara başta "dur belki anneme bi şey bulurum burdan" diye girerken, ilerleyen dakikalarda bu "abi dur, Zara serindir şimdi..."ye dönüştü. Sonunda D&R'da bulduk kendimizi, kendimizi bulmakla kalmadık, hediyemizi de bulduk. Görev tamamlanmıştı, artık milkşeykimizi içip çılgınca kendimizi oraya buraya atabilirdik. Ben, şahsen kendimi Alsancak taraflarına attım, Hanores de evine doğru bir atlayış yaptı, zira ders çalışması lazımmış kendisinin.

Metroda rastladığım Bodrum’lu insanları sağ salim Lozan’a bıraktıktan sonra, nerede olduklarını anlamadığım annem ve anneannemi buldum, nasıl yaptım ben de bilmiyorum. Öğrendim ki babamın İstanbul’a gitmesi gerekiyormuş, arabayla gideceği için oldukça huzursuz olsam da sesimi çıkarmadım, ne diyeyim. Ayrıca bu, annemin doğumgününü hanımlar suaresi olarak kutlayacağımız anlamına geliyordu, yani anneannem-annem-teyzem ve ben.


Anneannem başta bir bira içer gibi yapıp son dakikada vazgeçti, çarpar beni diyerek, pasta da kesmedik, onun yerine karpuz kesti annem, onu yedik. Fallar bakıldı, anneannem teyzemle, teyzem anneannemle dalga geçti (anneannem altı buçukta kalkıp yedide teyzemi uyandırıyormuş zira, ama allahtan teyzem öğlen uyuyormuş da kurtarıyormuş, anneannem de diyor ki öyle onlara kadar “fosfostimol” olur muymuş..:))

Fallarımız fallandıktan, bütün muhabbetler tamamlandıktan ve herkesin uykusu geldikten sonra uğurladık anneannemle teyzemi. Bu sabah anneannem "pazara gidicez" cümlesini öne sürerek yine yedide uyandırmış teyzemi, sabah anneme para bırakmaya yedi buçukta gelince dolayısıyla annem de uyanmış. Bir tek ben uyumuşum fosur fosur:) Bu uykunun şerefine sevgili yazımı sevgili köpeğimin bir resmiyle tamamlıyorum; karşınızda Bombyx hatun!:


Efendim canım?

14 Temmuz 2008 Pazartesi

Mutlu yıllar!

Canım annem yahu... Doğumgünün kutlu olsun....

10 Temmuz 2008 Perşembe

"Hippie" nation, livin' in a "hippie" nation...

O kadar hipiyiz ki...

Evet, sonunda beklenen gün geldi ve iki kuzenin yılda birkaç kez düzenlenen geleneksel büyük fotoğraf buluşması dün gerçekleşti. Gerçi planlanmış bir buluşma değildi bu, tamamen Renk'in arkadaşının canının sıkılması ve fotoğraf çekmek istemesiydi neden, bunun üzerine ben de onları hemen hemen tüm arkadaşlarımın fotoğrafını çektiğim, artık bir stüdyo kaşarlığına erişmiş olan bahçemize çağırdım. Malzememiz boldu, Cem çılgınca gözlük getirmiş, Renk evde ne kadar eşarp benzeri şey bulduysa toplamıştı. Üstelik tripodumuz bile vardı, renkle son fotoğraf şenliğimizde 1,3 megapikselle yaşadığımız sefilliğe şimdi cağnım Canonum ile dil çıkarıyorduk.

Önce son derece hippie fotoğraflar çekildik, aslında bu tamamen elimizdeki malzemelerin bu duruma uygunluğundandı. Sapı kırılmış olan zavallı gitarım ve gençlik hevesiyle üzerine kertenkele çizilmiş zavallı mandolinim de olaya alet olunca "interraile çıkmış, para için sokakta gitar çalıp şarkı söyleyen hipiler" konseptini az çok yakaladık. Gerçi bir de sokakta olsak tam olacakmış, ama park da olabilir sonuçta değil mi, çimdir, ağaçtır...


Bir sonraki fotoğraf serisinde Renk hanımkızımızın ağaca asılı olan kırmızı topa aşkını anlattık. Söz konusu topu yemeye çalıştığı fotoğraflar var -ki çok korkunç-, onları koymuyorum bile. Bu normal. Bir de bu fotoğrafta, önceki yazılarda değindiğim kuzenimin bir anime olmadığı ile ilgili laflarımı gayet yutuyorum. Evet, kuzenimi japonlar çizdi, İzmir'de tatilde kaybettiler ve yıllar önce kaybettikleri animeyi amcamlar bulup yetiştirdi. Bu ne yahu?


Sonra baktık kimi gözlükler bizi "doksanlardan gelen!" sıfatıyla süslüyor (ki kendisi çok güzel korku filmi adı olabilirmiş) o zaman, dedik, niye doksanlardan gelmiyoruz. Zaten ben kafama mavi eşarbı hafif kayıkçana bağlayınca Arabistan'a giden Amerikalı gazeteci oluverdim elimde olmadan. Cem'i oranın yerlisi yapmak için uğraştık tabii biraz, özellikle az önceki hippie imajından sonra, ama az çok başardık. Ve kendisiyle ülkesindeki kadın hakları, ülkesinde turizmin durumu, euro-dolar dengesini falan konuştuk. (Turizm... Var evet... Kadın... Evet... Euro... Zorladı tabii bizi... Evet...)






Sonra, "madem Amerikalıyım, neden içimdeki selebriti ruhu ortaya çıkmasın" deyince hemen büyük gözlükleri takıp evden sevgilisiyle markete gitmek için çıkan selebriti görüntüsü verdik. Evet, sevgilim rolünü oynayan gencin kafasında çiçek var. Evet, burası Bostanlı, ama Los Angeles havası da vermiyor değil hani? Honey?











Aramızdaki bir diğer selebriti de ünlü country şarkıcısı Renk Hülagü. Kendisinin albüm fotoğraflarını da çektik vesileyle. Geçen sene Meksika'nın Grammysi sayılan Höbölopez'den 4 ödülle ayrılan sanatçı, yeni albümünün tanıtımı için önümüzdeki aylarda Uzakdoğu turnesine çıkacak. Country roaaaads, take me hooome, to the plaaace, I beloooong...






Bir ara ne yaptığımızı merak eden Zeynep Hanım da kadraja girdi. Uzunca bir süre deneysel fotoğraflarımızı yadırgadıktan sonra (evet, çok sanatçıyız biz, deneysel fotoğraf da çektik, yaptık bunu...), ama sonra toplayın buraları dedi gülerek ve gitti. Arkasından baktık gülümseyerek, el salladık.. Hoşçakal Zeynep dedik... Gerçi Renk demedi, çünkü annem en son "kızım arkadaşlarına bir şey ikram et" dediğinde bir an için aileden olmadığını hissetmiş, depresyona girmişti. "Ben arkadaşı değilim onun, kuzeniyim ben" diye ağlarken, biz de onun yerine hoşçakal dedik. Renk'i de bir süre dışladık. Neden bilmiyorum, sanırım sevmiyoruz onu:).


Bir sürü fotoğraf var -ki evet, bokunu çıkarmışız ayıptır söylemesi- ama koymayacağım daha fazla. Deneysel fotoğraflarımız var mesela, bir cemizveriseksi serimiz var Cem ve bacaklardan (erhan ve dadaşlar) oluşan, indie rock grubu pozlarımız var, bu insanlar nereye koşuyor konulu çalışmalarımız var... Bitmiyor yani... Dün gece baktım baktım baktım, sonunda nefret ettim kuzenle bir araya geldiğimizde ortaya çıkan enerjiden. Gerçi bunda Renk'in online olmamasının ve fotoğrafları bir türlü gönderemememin de etkisi var, ama olsun. Bu yüzden blogumu yine Renk Hanım'ın naçizane bir pozuyla bitiriyorum...
Imagine all the people...

Ayşegülnazcan the mürebbiye!

Kuzularım lan...

Evet, bu sabah Gürpınar'daki 3. dersimi verdim. Hala üzerime atlayıp saçımı çeken öğrencilerim yok, hepsi pek bir kuzu yahu. "Bire kadar kal İpek Abla" diyolar, "Eyvallah" diyorum "bir sonraki derse ama ancak...". Korkularımın aksine sıkılmadılar, pek eğleniyorlar hatta. Bazen anneleri geliyor, çocuğum sizi dilinden düşürmüyor bir haftadır diyor, geç kaldıkları için özür diliyorlar, anlamıyorum nasıl oluyor bunlar. Ama güzel bir duygu tabii:)


Bu resmi Hümeyra adlı öğrencim Vivaldi'den Dört Mevsim'i dinlerken çizdi. İsmi, resimde de görebileceğiniz gibi, canlı flüt. Flüt kendi kendini çalıyor, bu arada kızın saçları da uçuşuyor, ağacın dalları sallanıyor falan... Nedense çok hoşuma gitti, sanırım bu resmi çalan şeyin mevsimlerle ilgili olduğunu bilmeden çizdiği için. Bir de neşeli bir resim olduğu için. Muhtemelen ek olarak kendini çalan flüt fikri hoşuma gittiği için:)


Bu acıklı eser de Gizem Hanım'dan. Önce ağlayan kızla başladı, sonra sokakta kalan kıza dönüştü, son olarak da karları ekledi. Genelde diğer çocuklar hep bale yapanları ve orkestrayı çizerken bu tarz şeyler çizen 3 çocuk var. Tabii az önceki cümlem yanlış anlaşılmaya müsait olabilir: resimlerin hepsi çok güzel. Ama işte şu üç resim beni nedense bir tuhaf hissiyatlara boğdu. Gerçi evet, Hümeyra'nın resmini de orkestral resimlerden sayabiliriz, yine de diğerlerinden farklı bir şey var.





Bu da üçüncü resim işte, bahsettiğim. Yasin, müziğin hüzünlü olduğunu söyledi, o yüzden bir ölümle başlatmış senaryosunu. İkinci bölümde cenaze kılınırken, üçüncü bölümde ölen kişinin yakını öldüreni öldürmek istiyor. Ancak dördüncü bölümde polisler geliyor ve ikisini de hapse atıyor. Beşinci bölümde beş yıl sonrasını görüyoruz, hapisten çıkan kahramanlarımız barışıyor ve: mutlu son. Söz konusu resimdeki dizisel etkiyi kesinlikle inkar etmiyorum, ki inkar etsem zaten Türkiye'nin tüm sosyologları gelir beni paralar, ama Yasin'in konuyu mutlu sona bağlaması bütün dizilerin mutzsuzlukla uzatıldığı canım medyam söz konusuyken, çok sıradan değil. Yorumlayamam, aslında yorumlamak da istemiyorum, ama bu resimdeki iyimserlik de hoşuma gidiyor oldukça:)

Sevgili blogumu bugün yaptığımız reklam konulu drama çalışmasından bir kolajla (kolaj güzel bir kelimeymiş, sanırım daha fazla kullanmalıyım... kolajjj... yeaa...) bitiriyorum. Bak yine sevgi doldum. Kuzularım benim.

9 Temmuz 2008 Çarşamba

Her yerde tişört, kalbim senin bu gece...

We can do it!


Başlarken konuyla alakasız şarkı: Gnarles Barkley-Transformer

Evet, iki yıldır yılın 3/4ünü İstanbul'da, bol dolaplı bir odada geçirmemden kelli İzmir'e gelince "sığamamak" bizi çok şaşırtmadı. "Biz kim lan?" derseniz, ben ve beni tanıyan herhangi biri "biz" zamirini oluşturabiliriz, zira İstanbul'daki ya da buradaki odamı görenler sözkonusu durumu normal karşılayacaktır.


Ne diyordum? Oda "artık beni topla" diye bağırmıyordu, zira uzun zamandır duymazdan geldiğimi fark etmiş, susmuş, alışmaya çalışıyordu. Ancak bavullar aynı hoşgörüyü gösteremiyor, zavallı klavyem gözyaşlarını saklamaya çalışıyordu. Tişörtlerimi buruşuk giymeye alışıktım, ancak artık odanın üstünde oluşan dağdan manevi olarak da zarar görmeye başladıklarını fark etmiştim. Ya kitaplarım? Odada dizilecek bir yer bulamadıklarından ayna önünde üst üste yatmış, hiç sevmedikleri makyaj malzemeleriyle kanka olmaya zorlanmıştı... Buna daha fazla izin veremezdim, yapamazdım bunu... Harekete geçmeliydim...



Hazırdım. Bu odayı toplayacak, bozulan düzeni tekrar kuracak, sistemi kurtaracaktım. Dağınıklık beni ele geçiremeyecekti. Müzik setimin bozuk olması bile beni engelleyemeyecekti, bilgisayarım vardı, Gnarles Barkley albümleri duruyordu kuzu kuzu. Oturdum yere ve tişörtleri katlamaya başladım. Katladıkça katlıyor, katlıyor, katlıyordum, ulan, tişörtler bitmiyordu... Üstelik muhtemelen dolaplara sığmayacaktı...
Ne yaptım? Bütün dolapları boşalttım. Bütün tişörtleri katladım. Yetmedi, yetemedi, çünkü bir daha bu kadar gaza gelemezdim, pantolonları da katladım. Hemen her dişil bireyde görülen çanta çılgınlığının bende de had safhaya ulaştığını gördüm, onları da katladım (ha?)! Aynanın önündeki kitapları makyaj malzemelerinin yanından alıp daha sefil ancak daha çok mutlu olacakları bir yere koydum; raf olmadığı için kolilerde duran kitapların yanına. Evet, başarmış sayılırdım. Odayı toplamış, en az 25 kişinin ayakta yan yana duracağı alan açmıştım. Biraz kassak badmington bile oynayabilirdik.



Ve işte gurur tablosu. 3 saatlik bir katlama ve yerleştirme maratonu sonrası-ki zaten oda toplamak ortadakileri bir yerlere tıkmak değil midir sorarım!-odamın şu anki hali budur. Yine toplu sayılmayabilir belki birçok kişinin bakış açısına göre, ancak nilipekhülagüodalarbirliği standartlarında gayet toplu bir oda şu an kendisi. Sözkonusu standartların nasıl değiştiği konusunda sevgili oda arkadaşım Selin'in, ben özenle odamı topladıktan sonra gelip "aaa ne güzel dağınık bir oda, acaip yaşanmışlık hissi var, ben de gidip dağıtıcam odamı:)" demesini örnek verirsem sanırım yeterli olur, he?

Son olarak odanın tedavisinde emeği geçen, nette muhabbet ettiğim, beni dürten, ya da kendisini dürtmeme izin veren tüm msn camiasına teşekkürü bir borç biliyor, ek olarak bu yazıyı az önce odasını toplamaya niyet etmiş, ancak harekete geçememiş olan Erdal'a ithaf ediyorum:)

7 Temmuz 2008 Pazartesi

Kermit olmak istemek için 10 neden!


  • Yeşil yahu. Yeşil iyidir.
  • Kurbağa. Kurbağa da iyidir.
  • Suratı yatay eksene doğru buruşturabilme özelliği. Sıkılınca suratını ortaya doğru büzüştürebiliyorsun, bundan güzel mimik mi var?
  • Muppet Show. Muppet Show'da yaşamakla kalmıyosun, bir de başroldesin. Sen eğlenmesen de sürekli bir hareketlilik, bir espiri, bir şarkılar, bir şeyler var, mis.
  • Miss Piggy aşık. Gerçi bu güzel bi şey değil ama olsun.
  • Geyikle geçen bir hayat.
  • Acaip bir çevre. Herkesi tanıyorsun, herkes seni tanıyor. Herkesle şarkı söyleyebilir, herkesle muhabbet edebilir, herkesle sahneye çıkabilirsin.
  • Başkası tarafından yönetilmek. Bu da güzel bir şey değil tabii, ve hatta gözardı edilesi ve varsayımlarda kullanılmayası, ama en azından sorumluluk duygusu yok. Başkası sorumlu tüm hareketlerden.
  • Hayran kitlesi. Üstelik söz konusu hayran kitlesinin sana ulaşma ya da zarar verme ihtimali de yok.
  • Ve evet. Gerçek değilsin. Var mı bundan güzeli yahu, ahah...

Walk without rhythm, and it won't attract the worm...

Korkunç lan...
  • Vj Bülent'in klibine rast geldim geçen gün Kral Tv'de. Korkunçtu yahu. Hani bu korkunçluk ne insanların kişisel tercihlerine yönelik, ne kendini nasıl ifade ettiğine, bambaşka bir korkunçluk bu. Bülent Ersoy'un korkunçluğu gibi, ama biraz daha farklı. Neyse, youtube'a kaçak girin, bulun klibini ve izleyin, ya da yapmayın bunu kendinize. Bakın ben size son derece yasal bir yol da buldum, ama seyretmeyin. Çok ciddiyim. yapmayın.
Çok merak edenler için (biliyorum ettiğinizi) şarkının nakaratı da şöyle:
Beni küçük görene bakın ne de büyük
Sevdiği için canını bile veremez (bile? ne verseydi çocum başka?)
Bende aşkın zurnası sende cılız düdük
Laralaralay lay laralaralay lay....
  • Rüya: Uzun bir rüyanın bir yerinde bir arkadaşımın çok mutsuz olduğunu, bunu da bloguna yazdığını gördüm. Hatta bloguna "bunu ayşegülnazcan bile anlayamaz" yazmıştı, tek cümlelik bir yazısında. Arkadaşım dediğim de arkadaşımın arkadaşı, muhabbetim bile yok yani, ayşegülnazcan olduğumu bile bilmiyor olması muhtemel. Garipti yahu.
  • Kabus: Aynı gün kendimi Ferhat Göçer'den Biri bana gelsin o da sensin diye şarkı söylerken yakaladım. Aynı yakalama durumu bu sabah da oldu. Ferhat Göçer'den hiç hazzetmeyen bir insan olarak bu durumla ilgili kendimi kınıyorum.
  • Geçenlerde VH1de oyuncuların oynadığı klipler konulu, 50 kliplik bir geri sayım vardı-hastasıyız Vh1'ın, hastasıyız digitürkün. Her neyse, bu söz konusu sıralama yer yer kuzenle sinirimizi bozmuş olsa da (o şarkı ne arıyo 20. sırada, 2. sırada niye madonna var, dandik bi klip o, hay sizin...), nostalji yaşamadık değil. Hele ki beşinci sıraya geldiğimizde gördüğümüz Fatboy Slim'den Weapon of Choice söz konusu nostaljiyi ikiye katladı-hastasıyız Christopher Walken'in, ki bir dedikoduya göre kendisi söz konusu klip için para almamış. Birinci sıradaki şarkı da şaşırtmadı ve ekstrem oyuncu populasyonu ile Michael Jackson'dan Liberian Girl oldu. Tabii ki sıralamada Bobby McFerrin'den Don't Worry Be Happy ve Texas'tan şimdi hatırlayamadığım bir şarkı da mevcuttu, ve biz hepsini kafamız sağa 45 derece eğik, yüzümüzde tuhaf bir sırıtışla izledik. Hastasıyız, evet.
  • Hastasıyız dedim de aklıma şu cümle geldi: "Hastasıyım Şile'nin...". Buradan Fatih Bey'e selam ederim:)
  • Son olarak, kuzenle çılgıncasına VH1 seyrettiğimiz gün, yanlış hatırlamıyorsam Zone Reality'de bir programa denk geldim - evet evet, gerçekten hastasıyız digitürkün. Söz konusu programda çok sivilceli iki gencimiz (burada söz konusu sivilceler tiplerine değil "nerd" kavramına yöneliktir, nerdler de aslında sevdiğimiz insanlardır, ama bu insanlar biraz garip) mağaradaki ruhları araştırmaya, bunu bir de program haline getirmeye karar vermişler. Mağarayı gezmeye gelenler anılarını anlatıyor, bunlar da yorum yapıyor. Ellerinde garip bir alet var, paranormallik ölçüyormuş bu alet, mağarada da paranormallik yüksek çıkmış. Fotoğraf çekiyorlar mesela, flaşlı, sonra fotoğraf hafif dumanlı çıktı diye "aha burada ruh var" diyorlar. "Yavrucum, kaç yaşına geldin, hala ergensin. Işık yansıyan bir şey. Havada senin göremediğin partiküllerden de yansıyabilir. Bari git evine fotoşop öğren, hileli fotoğraflar yap, deviantart'a koy, en azından karizma yaparsın, birileri "fav"lar falan..." dememiş mi kimse bunlara? Yazık değil mi bu gençlere, mağarada debeleniyolar? Hani bir ruh varsa o şekilde mi araştırılır bre dana?
  • Öpercesine hepinizi...

6 Temmuz 2008 Pazar

Akvaryum


Yazacak çok şey birikti, ancak hepsini yarına bırakıyorum. Şimdilik akvaryumla idare ediniz:)

2 Temmuz 2008 Çarşamba

Henüz ismi bilinmeyen beste grubu

"Henüz ismi bilinmeyen çizgi film müzikleri grubu", Karton fikrini, daha ismi belli olmadan önce bu şekilde somutlaştırmıştık. Yani, ne çalacağımız, ne çalmak istediğimiz, hedefimiz falan belliydi de, grup yoktu ortada, belli insanlar vardı.
Şimdi de yine ikinci dönem başından beri Karton çalışmalarında her 3 kişi kaldığımızda (Deniz-Ergin-ben) bir şekilde bizi dürten fikri somutlaştırıyoruz. Deniz'in besteleri vardı zaten, onlardan birini öylesine çalarken birdenbire çıkmıştı fikir, mutlulukla dolmuştuk, her yalnız kaldığımızda daha da gaza gelmiştik, şimdi de devam ediyoruz manyaklar gibi internet üzerinden birbirimize beste-güfte yollamaya. Ha, benim birdenbire gaza gelmemin ayrı bir nedeni yok değil, var, ama birdenbire eski kutulara gömülüp 5-6 senelik şarkı sözlerini eşelememin bu konuyla hiçbir alakası yok.
Grubun ismi henüz belli değil, ancak "henüz ismi belli olmayan beste grubu", birden gaza gelip stüdyoya falan girebilir, çotanak diye kayıt yapabilir, mümkündür. İşte o duruma gelene kadar -ki bu duruma en az bir 3 hafta var- zaten ismimizi de buluruz o zamana, stüdyo sonrası ben şarkıları da sergileyiveririm bir gazla, sonra o gaz sönerse çok eğleniriz grupçanak:) Öyle oturur bakarız, napalım:)

Bütün bunlara ek olarak, yarın bir okula yaz okulu için ders vermeye gidiyorum. Az çok belirledim ne yapacağımı ama yine de ilk kez ders vereceğimden kelli gerginim oldukça. Oldukça. Yani beni bu kadar gergin görmemişsinizdir. Heyecan değil, kolay gerilen bir insan da değilim, ama söz konusu çocuklar ve ders vermek, aktivite falan yapmak olunca hınggh şeklinde donuyorum durduğum yerde. Bakalım ne olacak yarın. Merakla bekliyoruz.

Fikrinizi değiştirebilirsiniz!


Fikrini değiştirenleri karşılayan adam: Ayhan!

Ekstrem asosyallik sonrası gelen ekstrem sosyallik bambaşkaydı yahu dün. Ayhan'dan sonra Arda aradı, cuma günü geliyorlarmış İzmir'e ve hatta belki Çeşme'ye, belki bizde kalacaklar. Sonra Ayhan Bey geldiler piste, ben de uzun zamandan beri ilk defa araba kullandım, Forum'a götürdüm kendisini. Biiirazcık korku dolu dakikalar yaşattıktan sonra kendisine, İkea'ya vardık, neş'e dolu dakikalar geçirdik. Ancak meğer İkea'da fotoğraf çekmek yasakmış, mecburen cep telefonumuzla belgeledik salaklığımızı:)

Ayhan'ı piste geri getirdikten sonra günümüzün Alsancak bölümü başladı, Jansu ve Ezgi Hanımları iskeleden karşıladım, Kıbrıs Şehitleri'ne girerken Spark bey ve sevgilisine rastladım, söz konusu ilişkiyi onayladıktan sonra (bir onay mercii olarak Nil İpek Hülagü), yemek yemek üzere Alin's'e gittik. Bizi "tango yapıcaz biz" deyip 9da kovdular, 72'ye sığındık, tek müşteri biziz diye bize kavunlu bi şeyler bile ikram ettiler, tatlı insanlar. Vapura giderken Barış'a, vapurda ise tekrar Spark ve sevgilisine rastladık, eğlence dolu dakikalar yaşadık. Gece de Fatih Bey'in araması ve hatrımı sormasıyla aylık sosyalleşme kotamı -sanırım- doldurdum:)

Bütün bu olayların yanında bir de sümüklüböceğimiz var, haftada bir iki kez salonumuzun ortasına kadar gelmek suretiyle bizi ziyaret ediyor kendisi. Neden geldiğiyle, bizim evde ne bulduğuyla ya da nasıl içeri girdiğiyle ilgili hiçbir fikrimiz yok. Her seferinde bahçeye geri koyuyoruz, her seferinde tekrar salonda -aynı yerde- buluyoruz. Duygusal kimi bağlar kurup lunaparkımızın maskotu yaptık biz de onu:)

Şu fotoda gördükleriniz de dünkü İkea gezimden elimde kalanlardır. Pembe olanın adı Söt Barnslig imiş, İkea kalemlerini çormayı ise çooook uzun zaman önce bırakmıştım, Ayhan eli kalem dolu yanıma gelip "Cortes! Kalem lan!" deyince reddetmek olmazdı. Ve evet, evde bir kalemkutusu dolusu İkea kalemim mevcut, ama dediğim gibi, mazide kalmış bir alışkanlıktı o. Böhüh...

1 Temmuz 2008 Salı

I bet that you look good on the dancefloor...

Efendim, öncelikle anket sonuçlarının gözlerimi doldurmuş olduğunu belirtmeliyim. Bu blogu uçuracağıma dair verilen 6 oy ne hoş! Gerçi, evet, bir kişi birkaç oy verebiliyor, ama en azından benim oy vermemiş olduğum düşünülürse, zavallı arkadaşlarımın bana ne kadar inandığını, ya da beni gaza getirmek için ne kadar debelendiklerini görebiliriz. Burdan hepsine selam ediyorum, 3'ü geçmez şeklinde oy verenlere de tek kaşımı kaldırarak kötü kötü bakmıyorum, zira benim inancım da o yöndeydi. Ha, çok mu ilerledik, henüz 7deyiz, bırakınız uçmayı, 20ye bile yakın değiliz. Yine de bu gazla sanırım dünyayı ele geçirebilirim. Sanırım yapabilirim bunu.

Sonralıkla, bugün Formula G'nin sponsor dosyası ve babamla cebelleşirken, ofise kuzenimle amcam geldi. ANcak öyle bir anda geldiler ki (zaten ofiste 3 kişi vardı), Seçkin abi gözlerini bilgisayardan ayırmadan babamın söylediklerini yapmaya çalışıyor, ben babamın isteklerindeki tutarsızlıktan dolayı burnumdan soluyorum, babam da iş son dakikaya kaldığı için haklı olarak sinirlenmiş, hiçbir şeyi beğenmiyor, kafasındakini de anlatamıyor, kendi kendine debeleniyor.

İşte o an kuzen ve amcanın gelişi, ofis atmosferine bir katkısı olmasa da, söz konusu atmosferden beni alıyor, insan neşe doluyor. Bu arada belirtmek isterim ki, kuzenim de benimle bir araya geldiğinde sapıtan insanlardandır. Zaten sapıtmayanı almıyoruz cemiyetimize, dışlıyoruz.

Sonuç olarak konuştuk, "ya bir gün buluşalım da yine fotoğraf çekilelim" dedük (bedük), evet, bizim bir araya gelip fotoğraf çekmekten başka işimiz gücümüz yok, muhabbetten de zerre hazzetmiyoruz, hatta birbirimizden hazzettiğimizden bile şüpheliyim:)


Bu blogu yazma aşamasında Ayhan Beyler aradılar, piste geleceklermiş. Akşam da liseden arkadaşlarım Ezgi ve Jansu Hanımlarla buluşacağım Allah izin verir ise. Ekstrem asosyallikten sonra gelen bu insan çokluğu neye delalettir ya da ne getirir hiçbir fikrim yok ama bir önceki fotoğrafta kuzenimi yanlış tanımış olanlar için geliyor; "Güz gülleri gibiyim, hiç bahar yaşamadım..."

Evet, tamam, bu da çok doğru tanıtan bir resim değil...
En azından kuzenimin anime olmadığını biliyorum...