29 Aralık 2008 Pazartesi

Ayşegülnazcan odasının kapılarını Blogspot'a açtı...

(Yazarken dinlenen: Strawberry Alarm Clock'un, madem 60larda kurulduk, o zaman niye çok sesli, tütsülü sitarlı, hipi hipi şarkılar yapmıyoruz ki konulu "Incence and peppermints" albümü. Evet, odamda tütsü yakıyorum.)

Bir yandan pencereden Uçaksavar'ın yavaş yavaş karlar altında kalmasını izlerken, bir yandan da odamdaki ağır tütsü kokusunu camı açmadan nasıl azaltabilirim diye düşünüyorum, pes edip camı açıyorum. Ayrıca sırf kapılarını Blogspot'a açabilmek için odamı topladım, ki benim için yatağımı toplamak bile dert, düşününüz artık...

Kapıdan ilk girdiğinizde sizi karşılayacak olan manzara bu işte; solda raflar, biraz ilerisinde de çalışma masası. Evet, dikkatli bakarsanız bilgisayarımın ötesindeki mendilleri ve kolonyayı görebilirsiniz, evet, burnu akan ve kimi zaman başı ağrıyan bir insanım. Masa lambası niye duvara bakıyor derseniz, "ışığı duvardan yansıtıyorum, daha güzel oluyor" gibi entel bir cevap alabilirsiniz ama büyük yalan olur; sadece fazla ısıtıyor lamba. Pişiriyor biraz.

Ayrıca yine masada kütüphaneden aldığım kitaplar, ketıl adı verilen über icat, az önce bitirmiş olduğum biranın kutusu, deodorant, parfüm, dudak kremi ve bilimum alakasız şey de yine masa üzerinde görülebilir. (Ortadan sarkan siyah bıdıyı soranlara gelsin: fotoğraf makinesinin çantasının hedesi...)

Kapıdan girip, asıl işlevi yatak olan, ancak genelde koltuk olarak kullanılan mobilyaya oturduğunuzu farz edersek göreceğiniz manzara ise buna benzer bir şeyler. Duvarda unutmamam gereken, ama yazdığım halde unuttuğum şeyler, bir takvim ve syllabusların bulunduğu bir zarf var. Sol taraftaki raflara bilahare değineceğim elbet, ancak sağ taraftakileri en güzel bu foto üzerinden açıklayabilirim sanırım.

Efenim, sağdan sola giderken ilk raf, bilimum boyanın, posterin, cdnin, dvdnin falan bulunduğu raf. Yani aslında nereye koyacağımı bilmediğim, göz önünde durmasını istemediğim, ama ulaşabileceğim bir yerde olması gereken her şey orada. Ek açıklama gerekirse; yeşil oyuncak son zamanlarda pek göremediğimiz 7pf meendizi Hakan'ın bana doğumgünü hediyesi, Archers şişesinin açıklaması ise: "Bir şişe rafta durur beni bekler".

İkinci raf ise fotoğraf rafı, yani ana makinem eos 400d'nin, ve diğer analog makinelerim Lubitel 2, Agfa Silette 2 ve Kodak Ektralite 10 'un, ek olarak bilimum filmin ve aksesuarın bulunduğu yer. Ayrıca aynı rafta bilimum naylon poşet falan da duruyor, neden bilmem. Sistem öyle oturmuş:)

Evet, sol tarafınızda rafları görmektesiniz. İlk rafta havlu ve çarşaflar var, geçiyorum, ikinci rafta da bir atkı-bere-şapka-eldiven çılgınlığı yaşanıyor. Merak edenler için söylüyorum (biliyorum çok ediyorsunuz ve cevaplamazsam gece uyuyamayacaksınız, ama size bunu yapmayacağım, güzel rüyalar görün istiyorum), evet, hemen hepsini en az iki kez giymişliğim/takmışlığım oluyor sene boyunca. Evet, atkı, bere çok seviyorum.

İkinci raf kozmetik, toka vs. Orada bol bol saç şekillendirici, makyaj malzemesi, toka, saç bandı falan gözükse de aslında %20sinden fazlası pek kullanılmıyor-ki bu "hahayt, hiç de bakım malzemesi kullanmam" değil, "belirli malzemeleri çok kullanıyorum, geri kalanını pek kullanmıyorum" anlamına gelir. Tamam, bakımlı bir insan değilim o kadar, ama kullanıyorum az çok bir şey. Ühü...

Ve en sevdiğim raf: Çay/kahve/abur cubur. O fincanların hepsi benim-ki en sevdiğim mavi ve diğerlerine göre nispeten daha küçük olan, Pingu'lu fincan. O rafta mate, yaban mersini, "indian spice", "soft cashmere", yeşil çay, siyah çay ve filtre kahve mevcut. Ayrıca yine nezle olduğuma dair bir belge isterseniz, biraz dikkatli baktığınızda Strefen'i görebilirsiniz (pastil). Hatta iyi bir çocuk olursanız şirinleri bile görebilirsiniz bence. Bence.

Son olarak; dolap. Girişte hemen sağda bulunan bu dolap, içinde oldukça karışık bir şekilde benim ayakkabılarımı, pantolonlarımı, çantalarımı ve gömleklerimi cümleten barındırdığı gibi, görüldüğü üzere aynı zamanda bir askı; zira odada montumu yahut havluları falan asabileceğim başka bir yer yok (dolabın içine de asabilirim ama askıya asıp geri koymaya üşeniyorum).

Duvara yaslı gördüğünüz şey de, tahmin ettiğiniz üzere, bas gitarım. Hemen yanında, orada gözükmese de bir resim çantası ve laptop çantası durmakta-kabul ediyorum, nereye sokacağımı bilemediğim çantalar oralarda hep. Yukarıdaki kapaklı dolaplarda da bilimum kazak ve tişört kuzu kuzu yatıyor.



İşte Ayşegülnazcan odası böyle bir şey sayın seyirci:)

28 Aralık 2008 Pazar

Çokacaiplan!

Evet, Lemur ilk konserini Taşoda bünyesinde verdi, ancak biz Emir Bey gibi şanslı değildik, profesyonel fotoğrafçılarımız yoktu bizim, dolayısıyla bu konsere dair hiçbir delil yok. Halbuki gönül karizmatik fotoğraflarımız olsun istiyor, ışığın oradan buradan vurduğu, yahut sahnedeki bir muhabbetin yakalanmasını istiyor falan... Onun yerine "Lemur fotoğrafları" arşivimden (ya da ergindeniznilipek klasörümden) bir fotoğraf koyuyorum konseri temsilen.


Konser beklemediğimiz kadar güzel geçti yahu aslında. Biz mi iyiydik, kulüp mü bizi bağrına bastı, ya da sahnede bir yerden sonra pek mi eğlendik, bilemiyorum, ama baya baya iyi tepkiler almadık değil sanki gibi he? Gençlik tabii konser sonrası gaza geldi, yakın zamanda kayıt alma planları yapıldı, muhtemelen yeni besteler, riffler yazmak üzere evlere dağılındı - yalan, sadece Deniz dağıldı kendi evine (kendi evine dağılmak??), biz bunu kendimize misyon edindiğimiz için Taşoda konserlerinin sonuna kadar kaldık.

Gelebilen, gelemeyen, hatta direkt gelmeyen herkese teşekkürler, ama gelebilenlere biraz daha teşekkürler:) Bizi tanıyıp bilen, bu yüzden destekleyenlere ve tanımadığı halde müziğimizi sevdiğini ve takip edeceğini söyleyenlere de teşekkürler:) Hakkaten aldığımız yorumlardan ötürü çok çok mutluyum.

Ulan bir de fotoğrafımız olaydı be...

Not: En öne oturmak suretiyle beni istemeden de olsa gerim gerim geren Dünyacan ve Uluç ikilisine de buradan teşekkür ediyorum. Gerçi "istemeden de olsa" kalıbı neden bana biraz yalan geldi? Ulan arkada oturun diyorum pis pis sırıtıyorlar bir de...:)

Not2: En çok Deniz'le Ergin'e teşekkürler tabii ki.

24 Aralık 2008 Çarşamba

Önümüzde uzanan bir haftaya dair...

1-Taşoda Konserleri:

Buyrun bir adet Lemur. Kendileri bu cuma 18:00da, oldukça Taşoda insanlar olacaklar. İlk konserleri, dolayısıyla muhtemelen baya bir hata olacak gibi gözükmekte, şimdiden bu gelecek vaat eden grubun ilk konserini izleyecek olan şanslı azınlıktan özür dileriz-not: söz konusu şanslı azınlığı bitmeyen cümlelerimle boğduğum için de özür dilerim hohohihi...
Buna ek olarak, yarın, okulumuzun farklı bir yere sahip olan gruplarından Emir Bey sahne alacak, bir şarkıda ben de "konuk sanatçı" hakkımı kullanacağım-evet, yıllardır sahneye atlayıp bir şarkı söyleyip/düet yapıp aşağı inmek içimde kalmıştı, nihayet bu hakkımı kullanıyorum. Emir Bey konseri saat 17:00da başlayacak, beni boşverin, grup güzel, keyifli, onun için gelin.

2-7pf2p, Babylon'da!:

Babylon'da çıkıyoruz yahu... Baya bildiğin Babylon...

3-Pelin geliyor yoley lareley loreley ley...:
Pelin adı verilen şahıs, benim lisedeki en yakın arkadaşım olmakla beraber, "insanın 8 saat durmadan gülme kapasitesi" konulu çalışmalarımızın da önemli deneklerindendir. Ki bu deney zaten aslen 4 deneği gün boyu incelemeye niyetlenmekten ve 5 dakika sonra "zırvalıyo lan bunlar" deyip, sıkılıp gitmekten ibarettir.
Hohohohihihih

Sonuç olarak, Pelin İstanbul'a geliyor inşallah, yılbaşı münasebetiylen:)

21 Aralık 2008 Pazar

Hiçbir yerde göremeyeceğiniz fotoğrafları için tıklayınız*

*Orada burada çekilen ama unutulan/yayınlanmayan alakasız fotoğraflar dizisi...

StudioLive, sen haksızsın i*ne.

(...) Seni kınıyoruz ve sana laflar hazırladık.

Sadece bir kafanızda canlandırın, konseriniz var, biletixte linki çıkmış, herkese duyurmuşsunuz, afişler asılmış, hatta muhtemelen şu ana kadarki en kalabalık konseriniz olacak. Diğer grupları da dinleme heveslisisiniz kendi grubunuzda çalmanın yanısıra. Soundcheck güzel olsun diye erken erken heleloy heleloy efektiyle mekana gidiyorsunuz, ekipmanları da arabadan çıkarıp mekana götürüyorsunuz, sonuçta bir sorun yok, konser onda, rahat rahat hazırlanırsınız o zamana kadar...

Derken oradakiler sizi içeri almıyor mekanda tadilat var diye, ve hatta akşam konser olmadığını söylüyorlar. Tek kaşınızı kaldırıp içinizden "ulan?" diyorsunuz, organizatörü arıyorsunuz, organizatörün durumdan haberi yok, ama öğrenince de "nolacak, başka bir güne alalım sizi, olmadı ana sahnedeki grubun ana grubu olarak çıkın ama kısıtlı zamanınız var ve üçünüz birden çıkamazsınız" gibi bir şeyler mırıldanıyor, ama özür bile dilemiyor. Bu oldukça mantıksız geliyor ve kabul etmiyorsunuz, kabul etmeyince karşı taraftan tepki alıyorsunuz, siz tepki verince daha büyük tepki geliyor, karşı tepkiler çirkinleşiyor iyice ve tehdite dönüşüyor vs vs...

Herkesi arayıp konserin iptal olduğunu söylemek zorunda kalıyorsunuz...

Bunlar yaşanırken ben Yora'nın yanında değildim gerçi, ama bu, olayın gerzekliğini değiştirmiyor yahu. Hep farkındaydık Studio Live'daki dengesizliğin, ama hani, şu olaya bir kılıf da geçiremiyor insan.

Alakasız not: Yaşadığım en tuhaf gecelerden biriydi sanırım.

19 Aralık 2008 Cuma

Yora, Ars Longa, Sehacan, Studio Live'da.

Bu yazıyı yayınlarken kafamda "yahu acaba gif animasyonlu çıkacak mı ki" sorusu dönmekte. Animasyonlu hali ayrı tatlı, kendisi ayrı tatlı olan bu afişi Seha Can yaptı. Ayrıca Yora'nın da demosu çıktı, valla bildiğiniz kanlı canlı, kapaklı falan. Ars Longa ile ilgili yeni bilgim yok ne yazık ki ama onlar da candır.

Baya güzel olacak gibi....


Not: Taşoda konserlerinde saatimiz belli oldu. Gerçi belki son dakika dönekliği yaparız, bilinmez, ama şu anda cuma günü ikinci grubuz-ki bu da 18.00-19.00 arasına tekabül etmekte, 5 şarkımız olduğundan kelli bunun sadece yarım saatini dolduracağız sanırım:) Bekleriz...

15 Aralık 2008 Pazartesi

Artık ismi bilinen beste grubu

Evet, grubumuzun artık bir ismi var, bana bile inanılmaz geliyor. Aslında söz konusu isim Deniz'in ilk önerdiği isimdi, ama kelime anlamı gruba çok uymadığından kelli vazcaydıydık. Aklımıza gelen her kelimenin üstünden geçtikten sonra (her kelimeden kastım gerçekten de her kelime) bir yere varamamış, öyle kalmıştık.


Sonra baktık, yerinde inceledik, daha doğrusu ben inceledim, lemur adlı hayvan hakkaten de bizim grubu temsil edebilecek zeka seviyesinde, tatlı bir salaklık sahibi. Kimi diyaloglarda lemurun nasıl bir hayvan olduğunu tarif ederken bu durum onaylanınca, evet, Lemur mantıklı bir isim oldu bize. Ay lav devrik cümle, ay lav şairane paragraf. Buğulanmış camlardan seyrediyorum dünyayı. O yes.

Heh, peki şimdi olay ne? Ani gaza gelmeler sonucu Taşoda konserlerine çıkmaya karar verdik. 4 şarkımız hazır, 2 şarkıyı daha hazır hale getireceğiz Allah'ın izniylen. Gönül ister ki şarkıları ve şarkı sözlerini yayınlayayım burada, "ezberleyin gelin" diyeyim, ama her istediğimiz olmuyör, zira bir şarkı dışında kaydımız yok zaten.

Ama ezberlemeden de gelebilirsiniz, ki gelin bence. Lemur iyidir:)


Solda uykudan tarafımızdan uyandırıldığı için sinirli ve uykulu gözlerle bakan Ergin, ortada şarkının ritmini hatırlamaya çalışan Deniz, sağda ise "lan biri mi geldi" diye fotoğrafçıya dönen ben...

14 Aralık 2008 Pazar

"Dumana boğulmuş çek beni"

Tatilin bitiyor olmasının sıkıntısı içindeyim. Gerçi bu haftaya yazmam gereken danalar gibi iki ödevim olmasaydı sanırım o kadar sıkıntıda olmazdım, sonuçta okul neş'e dolu bir yer, ama perşembe gününe kadar belli aktiviteler dışında kütüphaneye sabitlenmiş olacağım sanırım. Aileme de söyledim, ben artık ayrı kütüphaneye çıkmak istiyorum dedim, ama kütüphane yönetimi sanırım oraya benim için bir yatak atma konusunda biraz isteksiz. Sabitlenmiştim de halbukiy. Halbuki deyince de her seferinde hala isim bulamadığımız grubumuzun hala isim bulamadığımız şarkısı geliyor aklıma. Sonra "acaba Taşoda'ya çıksak mı ki?" gibi düşüncelere gark oluyorum. Oradan lemurlara geçiyorm, ne tuhaf hayvanlar yahu... Neyse.


Bir cümle olarak başlığa baktığımızda sahibi Erman Ak'ı görüyoruz. Kendisi benim çok çok yakın olmasa da liseden arkadaşım olur, iki dönem üst, aslen Ayhan'ın arkadaşıdır. Ayhan'ın bir arkadaşı daha var Can adlı. Heh, biz bu üçlüyle tatilde sahile indik. İndiğimiz sahillerin güney sahilleri olmasını tüm içtenliğimle isterdim ama, yok, Bostanlı sahiliydi, o da güzeldi. Biraz üşüdük gerçi.

Fotoğrafta sırayla: Minolta, Can, Ayhan, Erman.

Cümlenin özü ise aslen günbatımı gören Erman'ın fotoğraf çekilme arzusu. Yanımızda makinelerimizi gören Erman, manken kimliğini ortaya çıkartıp da "Beni bir de şöyle çekin, bir de ağlarken çekin, hüzünlü çekin, şimdi neşeli çekin..." gibi isteklerde bulununca, biz de çekinmedik, çektik. Son isteği de "dumana boğulmuş" çekilmekti, ama ışık tersti olmadı... Onun yerine bu oldu. Evet, daha bunalım, daha silüet, daha karanlık ve daha tatil köyü... Güneşi tutturacaktım elleriyle ama kabul etmedi.

Önce Feysbuktaki profil fotoğrafları, ondan sonra tüm dünya... Sanırım Feysbuk kanalıyla gerçekten dünyayı ele geçirebilirim. (Zaten dünya fotoğraf rezervinin %86sı Türkiye'deymiş, ama devlet saklıyormuş çünkü Amerika kullanılmasına izin vermiyormuş...)

Tatilde göremediğim insanlar oldu, ona üzülüyorum bir tek. Sömestr tatiline artık diye umutlar içindeyim... (Sömestr nasıl yazılıyor bilen var mı yahu? Dert oldu içime...) (Neden TDKya bakmıyorum...) (Üşeniyorum çünkü...) (Aferim) (Sanırım en azından aferimi doğru yazdım...) (Yazmamış da olabilirim...).

Tamamen parantezlerden oluşan cümle kurup Türk dil yapısını katleden Ayşegülnazcan'a plaketini vermek için....

10 Aralık 2008 Çarşamba

Hayvanfotografi

Bir imzalı fotoğraflar serisine daha hoşgeldiniz. Neden imza attım bilmiyorum, sanırım fotoğrafların çok bir özelliği yok ve çerçeve koyup imzayı ekleyince fotoğraf güzel olmasa bile güzel gözüküyor. İnsan kendi fotoğraflarına bakarken "yahu ne güzel çekmişim" diyor. Halbuki alıyoruz çerçeveyi, aynı etkiyi yaratmıyor, hepsi dandik dandik şeyler. Çerçeveyi tekrar ekliyoruz, hooop, bildiğin profesyonel fotoğraf.

Alakasız bir sonuç olarak, İzmir'de Doğal Yaşam Parkı açıldı, hayvanat bahçesi aslında ama biraz daha büyük alan, biraz daha doğal ortam, daha fazla çeşit hayvan vb. özelliklere sahip. Hayvanların çoğu henüz yeni ortamlarına alışamadıkları için biraz mutsuz, bir kısmı (bkz. eşek) ziyaretçilerden pek ilgi göremediği için depresyonda, ama zebraların, deve kuşlarının keyfi yerinde. Bir kısım vahşi hayvanın uyuyor olması ziyaretçilerde biraz tepki yarattı gerçi, "O kadar alan yapmışlar içine hayvanı koymamışlar" gibi cümleler uçuştu havada. Ayrıca ortam gerçek bir dedikodu yayma ortamıydı, zira babamların kendi aralarında yaptıkları "gümüşi sülün de gümüşhanedenmiş hohohoh" geyiği bir takım insanlar tarafından ciddiye alındı ve doğal yaşam alanının çeşitli yerlerinde tekrarlandığı duyuldu.

Ama bütün bunların yanında, gerçekten muhteşem bir hayvan, tüm zamanların favorisi; Lemur:

I like to move it move it

7 Aralık 2008 Pazar

Valide Meryem

Dini/batıl inanç yahut turistik gezi olarak algılanabilir, ama her tatilde Tozak ailesi ile bir Meryem Ana Evi ziyareti yapmak, sonrasında da Selçuk'ta çöp şiş yemek adettendir. Bu adetin birkaç tatildir es geçildiğini de söylersek sanırım bugünkü programın ehemmiyetini daha iyi kavrayabiliriz. Ehemmiyet kelimesi de böyle mi yazılıyor kesinlikle emin değilim, ama hoşuma gitti. Ehemmiyet. Ehem.


Sol tarafta, mumlarını yakıp gelmiş oldukları yüzlerinden belli olan annemle babamı görüyorsunuz. Adeta nur inmiş yüzlerine, az sonra da mendil bağlayacak, diğer mendil bağlayanların dileklerine de çaktırmadan göz atacaklar. Üstelik sonbahar renklerinin hüznüne tebessümlerini katarak hoş bir tezat eeeaahahhaeheürhüeühelheşga... Ehm, neyse... Seviyorum:)



Sağ tarafta da, daha önce de bu sayfalarda görmüş olduğunuz Meneviş Hanım... Kendisi gerçekten favori modellerimden artık, ve fotoğraf makinemi gördüğü anda eğlence dolu dakikalar başlıyor zaten. İstanbul'da, yine çeşitli mekanlarda çekeceğim Meneviş'i, çekinmeyeceğim.




Son olarak güne damgasını vuran sincap çılgınlığına değinmek istiyorum. Ortamda üç tane fotoğraf makineli insan, bir sürü ağaç ve birkaç tane de sincap olunca, söz konusu insanlar hayatlarında sincap görmemişçesine kendilerini doğa fotoğraflarına adadılar. Aramızda böcek falan çeken, daha bir doğaya ilgili bir Yiğit de vardı, yok değildi, ama en başarılı sincap fotoğraflarını sanırım Osman çekti. Ben zaten çok hevesli değildim, anın gazıyla hareket ettim, ya da belki bahane uyduruyorum bilmiyorum:)

Sonuç olarak karnımız tok, sırtımız pek bir şekilde evimize döndük. Annemin, benim her gelişimde olduğu gibi, fotoğraf çekmeye ilgisi arttı, yarın Nikonuyla çalışacağız kendisinin, allah kısmet eder ise. Daha da güzeli, sapı gövdesinden ayrılmışçasına kimi hareketlerde bulunan gitarımı tamir edeceğim, yapıştırıcı bulursam. Nasip kısmet hep bu işler, şuranda (alnımı gösteriyorum burada işaret parmağımla) yazmıyorsa olmuyor şekerim.

Buyrun; annemin "objektifinden" babam ve ben:)

6 Aralık 2008 Cumartesi

Ayşegülnazcan İzmir'de...

Evet, nihayet bayram geldi, ve nice sabahlamalar, ödevler ve sınavlar sonrası Ayşegülnazcan İzmir'e vardı. Aile saadetidir, İzmir'dir, huzurdur falan derken kendini bu kadar iyi ve rahat hissedeceğini o da o kadar tahmin edememişti. Evet bu, über içten ve über şairane girişten sonra şu şekilde devam etmek istiyorum: hüeeeğğaaaahüügügügügüggüeebilibübübüb...

Ne diyordum? Arog'a gittim yahu. Ki gitmek istediği bütün filmleri sırf üşengeçliğinden kaçıran, Wall-E'ye gitmemiş, Madagascar 2'ye de "babay" demek üzere olan bir insan olarak (cümle bitmiyor bitemiyor yine), Arog'a ilk günden gitmek çok büyük bir olaydı benim için (ohh..). Ki düşününüz, evim Bostanlı'da, sinema Konak'ta. Hani yandaş bulamasam (bkz. Spark) mümkün değil gitmezdim. Hatta hazırda bilet olmasaydı da gitmezdim. Sonra bir ay daha oturur, çevreden espirileri dinlerdim, o olurdu en fazla.

Ama ne oldu, güzel oldu. Bir kere Deniz Bey'le görüştük, ki özlemişim. İkincisi, Deniz Bey'le de konuştuğumuz üzre, şu anda hepinizin film zevkinizin içine edecek kudrete sahibim, hohoh. Üstelik filmi sürekli "vijüüüüüv vviiiiiij viiiiiyyyjjj" sesleri eşliğinde seyretmiş olsak da kocaman sinema salonuydu yahu, ne acaipti. Fırsattan istifade biramızı içip muhabbet de eyledik, pek hoş oldu.


Bugün ise, yine İzmir'in vazgeçilmez insanları arasında bulunan Ayhan Bey ile Bostanlı sahilini keşfe çıktık-ki kendisini sol tarafta görüyorsunuz. Çeşitli dertleşmeler, karşılıklı anlatmalar, göz süzmeler ve gerdan kıvırmalar ve elbette bir klasik olarak fotoğraf çekmeler vardı bugün de.





Bir de bu fotoğrafı koymak çok istiyorum yahu; buyrun. Bence günün, ve hatta Ayhan'ı çektiğim fotoğrafların kesinlikle en başarılılarından biri. Onun dışında aslında, evet, güldük eğlendik, ama yazacak da çok bir şey yok sanırım, yine vaatlerimi yerine getiremiyorum. O nedenle bugünkü yazımızı da abuk bir resimle kapatıyorum, heh:





Evet...

Not: Yakın zamanda (vaatler vaatler yine vaatler) çok acaip atraksiyonlarla karşınızda olacağım. Ya da olmayacağım. Olmayabilirim. Muhtemelen üşenirim, ama gaza gelme ihtimalim de var, daha önce olmadı değil.
Ay lav histori çenıl.

2 Aralık 2008 Salı

5.Iaf Aysegulnazcan Özel Ödülü Alan Filmler



5. kez düzenlenen IAF'ta ödüllü filmler belli oldu-ki internet sitesinde yazıyor hep. Ama ben sizin için, evet evet, sadece sizin için, kendi ödüllerimi bir vereyim şurada, ve hatta bulabildiklerimi de yayınlayayım dedim. Düşünün o derece rererörö bir insanım.

En acayip animasyon:
Orgenisticulanismus (kendisi aynı zamanda en acaip isim ödülünü de aldı benden)

Animasyon tabii Fransızca olduğu için jüri hızlı hızlı geçti başlangıcını, ve hatta animasyon şehir hayatından kaçışla ilgili falan zannedildi. Ancak, youtube linkine tünelden giren olursa göremez diye açıklıyorum; film abimizin 29 yaşında multiple sclerosis tanımı koyulan, 40 yaşından itibaren tekerlekli sandalyeyle hareket eden ve 55 yaşında ölen babasına ithaf edilmiş ve hareket özgürlüğünü anlatıyor. Bunu düşünerek seyrettiğiniz zaman animasyon, özellikle karakterlerin coşup deli deli dans ettiği bölüm oldukça başarılı. Ki bu animasyonu konusunu bilmeden sevmemin başka bir yanı da yine aynı bölümdeki tekniğin güzelliği, karakter sürekli değiştiği ve dönüştüğü ve hatta vücudu bozulduğu halde hareketler sürekliliğini kaybetmemekte. Ve şu anda animasyonda bilgisayar kullanmamak mümkün değil zaten, ama oldukça klasik animasyon tadında olması da büyük artı puan alıyor benden. Duydum, çok sevinmişler ben artı puan verdim diye.

En sevimli karakter
Mutt

Zaten İlk film dalında ödül almış bir stop motion film bu Mutt, gerçi sanırım yönetmenin ilk filmi değil, araştırınca öyle gözüküyor ama hayırlısı. Karakter inanılmaz sevimli. Yani gerçekten, animasyon festivalindeki tüm animasyonlardaki en sevimli karakter diyebilirim, çekinmem bunu derken de. Ayrıca, köpek besleyen herhangi bir insan da benimle hemfikir olacaktır ki, köpeğin belli hareketlerii "tam olmuş". Olmuş yani. Renkleriyle, hareketlerin akıcılığıyla, karakterlerle über bir film çıkmış ortaya. Kendisini bulamadım ama fragmanını indirdim, fikir olması açısından, buyrun:



Not: internet sitesinde yapım aşamasına ve belli sahnelere dair başka videolar da mevcut, çok yüksek çözünürlüklü olmasalar da. Koyduğum tam anlamıyla bir fragman olmadığından kelli bunu söylemek zorunda hissettim kendimi.

En salak/eğlenceli film:
Phobias (ek olarak en güzel ses efekti ödülünü de alıyor benden)


İzleyeceğiniz üzere dünya üzerindeki en manasız videolardan biri. Ama benim favorilerimden. Neden? Çünkü manasız. Teknik adına hiçbir şey yok-ki jürinin yorumu "bu çocuğun sınıfta kalmasını sağlayalım"dı, konu desen komik, anlatılabilecek bir konu ama senaryo yok. Ama izleyip izleyip gülüyorum yahu ilk izlediğim günden beri. Hele ki o zoophobiada aslan her çıkıp şuh bir şekilde rehrr yaptığında yarılıyorum. Tamam ben de normal değilim ve gerçekten salak bir şey, ama bir tek ben eğleniyor olamam. Olmamalıyım... He?

Vardı birkaç favorim daha, ama internet üzerinden bulamıyorum videolarını. Hani fotoğraf çekeyim, koyayım desem çekebileceğim tek fotoğraf kitaplar ve study üzerine olabilir. Ha, bir de popcore var, ondan bir iki resimle sonlandırırken yazımı, "İzmir'e bir gideyim neşe dolu yazılara boğacağım sizi" gibi vaatlerde bulunuyorum. Söz konusu vaatler kimin umrunda onu da bilmiyorum. Sanırım uykum var. Buyrun; ay lav popkor:


Evet, fotoğraflara imza attım. İlk defa. Öyle gerekti.

27 Kasım 2008 Perşembe

Lubitel ulan!

Aslında bu yazının başlığı daha farklı olabilirdi, ana konu Lubitel mi bilmiyorum zira.


Sol tarafta gördüğünüz Akif Bey, bugün beni arayıp akşam fotoğraf tarayacağını, benim de karanlık odayı kullanmak isteyip istemediğimi sordu. Burada iki nokta var; birincisi, ilk orta format filmimi banyo ettirdiğimde yaşadığım abukluklar nedeniyle (adamın fotoğraflarımı kayda değer bulup basmaması, sonra benim o filmi kaybetmem, vs vs) kendi filmimi kendim banyo etmeye karar vermem ve bunun üzerine Fotoğrafçılık Kulübü'nün karanlık oda dersine katılmam. İkincisi ise, karanlık oda derslerinin sadece birine katıldığımdan dolayı aslında karanlık odayı kullanma iznimin olmaması:)

Neyse ki Akif Fotoğraf Kulübü'nün "kıdemli" üyelerindendi, ve karanlık oda anahtarı vardı kendisinin. Uzun bir kararsızlık sürecinden sonra (zira kendisi beni on birde aradı sonra, hadi ben kulübe gidiyorum, gelecek misin diye) pijamalarımın üzerine geçirdiğim montumla ve sevgili orwo siyah beyaz filmimle odadan çıktım.

Hatırlamadığım çok ayrıntı vardı aslen, örneğin filmi makaraya sarana kadar baya debelendim karanlıkta, kimyasalların miktar ve süreleriyle ilgili de soru işaretleri vardı. Ayrıca ben 35 mmlik filmi banyo etmeyi öğrenmiştim, ama orta formatta bir şey değişiyor muydu bilmiyordum.



Denemedir, yanılmadır, internetten araştırmacadır, biraz hatadır, falandır filandır- ama sonunda elimde kendi banyo ettiğim bir film vardı! Yakmaktan yahut bir hata yapmış olmaktan ölesiye korkan ben, elimde filmi görünce o kadar mutlu oldum ki, fotoğrafları düzgün çekip çekmemem, netlemeler, tonlar falan umrumda bile değildi.


Ha, evet, netleyememişim. Normal dijital makinada bile netlik problemi yaşayan bir insan olarak elbet Lubitel'de netlik problemi yaşamam kaçınılmazdı, hala da netleyemiyorum, acı çekiyorum-evet, dün gece baya bir çalıştım üzerine, olmuyor, olamıyor. Ek olarak, makinayı tamire, temizliğe falan götürmediğim için, kendisinin içinde çok cici tozlar, ipler, garip garip şeyler var. Filmim de bayat. Ama ben şikayetçi değilim, zira 1910larda hayatın nasıl olduğunu görüyoruz fotoğraflarda, o da güzel bir şey:)


Sonuç: Elimde 9 adet yarı net fotoğraf var. Netlemeyi öğrenmem lazım, yahut Agfamda olduğu gibi tahmini netleme olayına girmem lazım - ki onun da filmi çıkacak çok yakında. (Evet, Agfamın filmi çıkacak, başrolü Charlize Theron ve George Clooney ile paylaşıyor, bir fotoğraf makinasının dramı) (Özür dilerim, bunu yapmak zorundaydım).

Ve son olarak; şu an çayımı içerken ve fotoğraflara bakarken, ne kadar başarısız çıkmış olurlarsa olsunlar, keyifli ve mutluyum. Ellerim kaç kere yıkamama rağmen hala kimyasal kokuyor ve bu bile bir mutluluk kaynağı.

Akif'e çok çok teşekkürler.

24 Kasım 2008 Pazartesi

Can sıkıntısı, kedi mırıltısı


Açıklama: Muhtemelen Ed325. Muhtemelen ikinci ders, muhtemelen uykumuz var. Görkem Bey'le bir araya geldiğimizde 80% olduğu gibi yine zekamız düşmüş.
Okuyamayanlar için temiz temiz buraya da yazayım:

"Ethem Makaseller": Kasabaya dehşet salan bir makas fetişisti
"Ethem Makasyalar": Sapık geri döndü
"Ethem Makasatar": Trafikte de... Her yerde...
"Ethem Makasalır": Yanaklarınız ilk defa bu kadar korumasız...
"Ethem Makassatar": Artık kimse onu durduramaz...
"Ethem Biçerdöver": Aşık bir koca, masum bir terzi... Ama geçmişi onu rahat bırakacak mı?

23 Kasım 2008 Pazar

Bir haftasonunun daha sonuna gelirkene...

-Ki benim için haftasonu perşembe-cuma-cumartesi anlamına gelmekte artık, cuma-cumartesi-pazar yerine. Cuma da boş olduğu için ve genelde boş günde boş işlerle uğraşıldığı için pazar günü uzun bir vicdan rahatlatma seansına dönüşüyor. Gerçi dönüşemiyor, ama dönüşecek, zira bugün ders çalışmak için study adı verilen yere gideceğim. Ay lav kuzey stadi.

Haftasonuna döndüğümüzde ise önce "konser nasıl geçti?" sorusuna cevap vermek istiyorum; ilginç. Yani ilginçliği şu, neden bilmem, sanırım çok kalabalık olmadığı için, grupça tedirgindik, acele acele çaldık şarkıları falan... Benim açımdan ise konserin ortasında sesimin tizlerinin patlaması (nası yani) neşe dolu oldu, tamam, zaten boğazım ağrıyordu az buçuk, ama daha önce de ağrımışlığı var, niye kısılıyor ki... Ya da kısılacaksa baştan kısılsın heh. Neyse ki ağır bir yenilgi almadan indik sahneden, Ergin, Selçuk, Civan ve ben kendimizi böreğe ve zırvalamaya verdik.

Cuma günü IAF'ın açılışı vardı, ancak önceden verilmiş başka sözler nedeniyle gitmedim, ve güneyde Akif Beyle Ece Dorsay'ın fotoğraflarını çektik. Aslında Cuma günü çekilmeyecekti fotoğraflar, sadece konuşacaktık, ama makinalarımız yanımızdaydı, hazır yanımızdayken birkaç bir şey yakalayalım dedik, sonrası için de ev çekimi gibi kararlar aldık, çekinmedik. Sağ tarafta gördüğünüz hanımkızımız da Ece, buyrun...


Bunun yanında bir de akşam için davetiyeli mavetiyeli Blues Festivali organizasyonumuz vardı Dünyacan Bey ile, ama davetiyeler yalan oldu. Gitsek-gitmesek-lan gitmek lazım-gitsek ya-gitmesek mi gibi ikilemler sonunda son dakikada karar verip çıktık. (Şu noktada Remzi'ye küfür etmek istiyorum, zira kendisinin bana söylediği şeyler sırayla; "E niye söylemedin müzik kulübüne baya bi davetiye gelmişti, biz davetli giriyoruz", ve "fotoğraf makinan yanında mı?") Müzik kulübüne birazcık entegre olduktan sonra bulüz festivaline girdik, biralarımızı içtik, bol bol insan gördük, konser izledik... Otobüste muhabbet ederken uyuya mı kaldık, bi şey oldu ve birden kesildi muhabbet ve bu yüzden hala Remzi'ye ayıp olduğunu düşünüyorum, ama güzeldi:)

Dün ise sevgili Ece Hanım ile beraber IAF'a gittik çalışmaya-ki mutlaka gidin gösterimlere, hakkaten çok güzel filmler var. Sonra Ece Hanım Adana'ya gitti, ben de bilet kestim, ne yapayım. Yorgun bir insan olarak döndüm eve, oyalandım, yattım uyudum...

Not: Sağdaki über karanlık zavallı resimde Erdam Taylan'ı, AROG'un animasyonlarını anlatırken görmektesiniz.

19 Kasım 2008 Çarşamba

7pf2p -20 Kasım 2008, Studio Live


(Everything under the sun is in tune but the sun is eclipsed by the moon...)

17 Kasım 2008 Pazartesi

O kadar da bot giymiştim yahu...

Evet, meteorolojiden aldığımız haberlere göre hazırlanıp, "uuu yağmur mu yağacakmış" deyip, bot giymiş bulunduk bugün. Yağmadı, sağlık oldu. Ayrıca Ed373'e son kez "şık" gittim, zira nihayet sunumumumumumuz bitti. Kendimi studye attım, ama tabii ki İslam'ın eğitime etkisini okumak istemiyordum o anda, daha çok odaya dönüp uyumak istiyordum, gerçi hala istiyorum uyumayı. Sonra taşoda, sonra oda.

Hani şu cuma-cumartesi yaptıklarıma dair elimde kanıt olsa keşke, fotoğraf yani. Ama ne Bostancı'daki vergi dairesinden, ne zavallı Agfa Silette'le yaşadığım Sirkeci macerasından (yarın kavuşuyorum tekrar kendisine, olley), ne 7pf provasından, ne de Simit Sarayı'ndan fotoğraflar var elimde. Öyle ki, sabahlayayım da ödev yapayım deyip de, sıkıntıdan ödev yerine beste yaptığım bir gece bile var, ama fotoğraflar namevcut. Gerçi çok da lazım değil, zira ne yapacaksınız benim simit yerken ya da şarkı söylerken fotoğrafımı, ama vergi dairesindeki memurlar sevimliydi, keşke çekebilmiş olsaydım onları.

Ha, onun yerine ne var, pazar günü var. Hatırlarsanız birkaç yazı önce sevgili arkadaşım Meneviş'ten bahseylemiş idim. Kendisi benim ilkokuldan arkadaşım olur, ki şu hayatımdaki en yerini belirlemiş, en kalıcı dostumdur diyebilirim. Yani demem o ki (lan ikinci kez kullanıyorum bu kalıbı, sanırım ölebilirim mutluluktan) çok sık görüşmesek de, hatta tamamen ayrı yollarda seyreylesek de birbirimizin her zaman var olduğunu, birbirimiz için koşacağını biliriz. Dünya tatlısı hatundur Meneviş Hatun, ve bu dünya tatlısı hatunla nihayet bir buluşma planladık bu hafta, ve hatta planlamakla da kalmayıp gerçekleştirdik:)

Efenim söz konusu plan için sabahın sekiz buçuğunda kalkıp Taksim'e gittim-ki bilirsiniz, pazar günleri ondan önce kalkanı genelde dayak bekler. Beni ise otobüste Zafer, Neslihan, Onur ve Çiğdem bekliyordu, onlar da Fransız Kültür'e gitmekteymiş, hoş oldu. Taksim'de Onur'un deyimiyle "okul gezisine çıkmış liseliler gibi" fotoğraf çekildikten sonra hedeflerimize dağıldık, benim açımdan bakarsak yaklaşık bir saat süren bir ev arayışının başlangıcıydı bu dağılma. Evet, bazen zeka seviyem düşük. Bazen ama. Kimi zaman.

Neyse, bu zorlu serüvenden sonra, nihayet Ihlamur Palas bulundu, yine zorlu bir serüvenden sonra zile basıldı:) Deniz Hanım ve Aytaç Bey inanılmaz bir sofra hazırladılar bize-yurtta kalan bir öğrenci olarak boynumu büküp duygu sömürüsü yaptım ben de bol bol. Daha çok beslediler, kıyamadılar. O kadar beslediler ki, bu kadar sağlıklı beslenmeyi bünye kaldırmaz dedik ve öğle yemeğinde donut yedik. Bu arada Meneviş'i ne özlemişim yahu.


Bu arada ne bu Meneviş manyaklığı, kaç bin tane fotoğrafını çektin kızın derseniz, evet, biraz boku çıktı afedersiniz:) Ama diyebilirim ki kendisi gerçekten çok iyi bir model, ve ben de modeli bulmuşken çekeyim dedim, hem çok da eğlendik yahu. Ayrıca şunu da söylemek istiyorum ki; bu insan güzel bir insan ve güzel insan fotoğrafı iyidir. Rica ediyorum mutlu olunuz bundan.




Neyse, abur cuburumuzu yedik, dedikodumuzu yaptıktan sonra Cevahir'e yollandık, kendisi sinemaya girdi, ben de alışveriş yapma amaçlı gezindim. (Buradan Lush'la da aramda, tıpkı Jamie Cullum'la olduğu gibi bir aşk-nefret ilişkisi olduğunu duyurmak isterim. Ay lav yu Lush, ama göçerttin beni.) Sonra sonra odama döndüm ve über yatağıma kavuştum, uyudum saatlerce ve ve yetmedi o uyku...

Son olarak şunu da söylemek istiyorum:

İyi ki doğdun Sena:)

15 Kasım 2008 Cumartesi

Akıl fikir...

  • Önce bana! Önce bana!:)
  • Sonra eğitim fakültesindeki kızlar tuvaletinde, kapılardan birine "0532 **** ** **, bu numarayı arayın kızlar, ama sex için" gibi bir şeyler zırvalayan insana. Yahu şakacı mısın, dallama mısın anlamadım, ama her tuvate gidişimde bir eğleniyorum sayende. Henüz psikolojini çözemedim...
  • Akabinde, yukarıda bahsettiğim, kurşun kalemle yazılmış cümledeki "sex" kelimesini silen sivri zekaya... Hayır, amaç ne. Şimdi sen onu silince ortaya bir espiri çıkmadı, ya da sansür kurulu musun, amaç ne? Çok mu uzundu işin tuvalette, çok mu canın sıkıldı, nedir?
  • Alt katta, odanın içinde topuklu ayakkabılarla gezenlere... Tamam yahu, ben de çok mantıklı bir saatte uyumuyordum, ama çat çut çat çut, ve insan neden odada topuklu ayakkabıyla gezer? Gerçi tamam, gezebilir, ama ne bileyim. Sanırım sadece uyuyamadığım için. Olsun, fazla akıl fikir göz çıkarmaz, sakıncası yok...
  • Uçaksavar sitesinde olur olmaz gün ve saatlerde yapılan tadilat ve yol çalışmalarını planlayanlara...
  • Bize travmatik anlar yaşatan tüm taksicilere-Taha'ya teşekkürler... Yahu tamam, psikolojik bir şeyler okuyoruz ama cılkını çıkarmanın da anlamı nedir abiler ve amcalar? Evet, şimdi bir şekilde muhabbeti oluyor ve eğleniyoruz, hatta yeri geliyor, taksi anılarımızla çeşitli ortamlarda primlerden primlere koşuyoruz, ama ne travmalar yaşıyoruz haberiniz var mı sizin?
  • Havalar soğudukça biraların -ve diğer soğuk içeceklerin- yeterince soğuk olmamasını sağlayan herkese...
  • Ve tüm sevenlerime gelsin:)

13 Kasım 2008 Perşembe

Emir demiri keser

Gibi iğrenç bir espiriyle başlayabilirim sevgili yazıma. Evet, bugün Emir Bey diye tanıdığımız, bildiğimiz, sevdiğimiz arkadaşımız Emir'in konseri vardı CafeBu'da-ki beni çağıran o olduğu için birincil olarak onun ismi geçse de, yine çok sevdiğimiz Mete Bey de bu konsere dahildi. Bu arada bir önceki cümleye bakıyorum da, Emir Bey'e Emir demek çok tuhaf oldu yahu, bir garip hissettim. Bir daha yapmayacağım sanırsam...


Gecenin sonu aslen bu fotoğraflar bütünü, Simit Sarayı hatta...


Konserlere tek başıma gitmek genelde çok sorun yaratmasa da, bu konserde yalnız kalmadığım için mutluydum, Edanur ve Esra Hanımlar sağolsunlar. İlerleyen saatlerde bu birleşimin çok hayırlı olmadığı, gitgide herkesin birbirinin enerjisini çektiği ve cümleten bunalıma sürüklendiğimizi fark ettik, ama olsun. Bu arada tabii biz muhabbet eylerken zavallı Emir ve Mete Beyler ses sistemiyle boğuşmaktaydı. Daha önce CafeBu'da çıkmış ve çıkan insan seyretmiş bir birey olarak ses sisteminden benim beklentim zaten düşüktü, ancak çok normal olarak gençler gerildi, sinirler bozuldu, iki gitar-iki vokal olayı hayal oldu...

Ses sistemi, uğraştırmasına rağmen, konser boyunca aslında bir iki feedback dışında pek ihanet etmedi. Gitarlar da vokaller de oldukça temiz gelmekteydi, tabii bu bizim masanın yanında bir kolon bulunmasından da kaynaklanıyor olabilir. Çok uzatmamak gerekirse, Mete uzun saçları ve slow rock parçalarıyla gönlümüze taht kurdu, Emir Bey'i ise grubu dışında, sadece gitarla ilk kez dinledik ve çok etkilendik. Yani demem odur ki (bu kalıbı sanırım ilk kez kullanıyorum yahu, pek mutluyum, ahah), Emir Bey bulan bulduğu yerde dinlemelidir, lazımdır. Ayrıca elimdeki fotolar çok güzel olmasa da-ve Emir Bey bu gecenin fotoğraflarıyla bir yere varamayacak olsa da- ben yayınlıyorum gayet, ehihih:)



Ek notlar:
  • Odamda yanmayan, daha doğrusu yandıktan bir süre sonra yanmaktan vazgeçen bir tütsü var. Evet, üşengeçlikten değiştirmiyorum tütsüyü ve üç haftadır falan duruyor sanırım. İki saniye yanıp sönüyor, çok eğleniyorum. Buradan kendisine seslenmek isterdim, ama son bir çabayla bitirdim kendisini, dolayısıyla bir anlamı kalmadı...
  • Ama buradan Jamie Cullum'a seslenebilirim, küfretmek istiyorum sana. Dünya tatlısı bir adam, asla ulaşılamayacak bir adam, bir de çok güzel stüdyosu var. Küfür konusunda güzel stüdyosu olması ağır basıyor, ama ayakkabılarını anlatırken kullandığı tamlamalar da diğer iki etkene destek oluşturuyor ve onları güçlendiriyor. "Jamie, bunu okuyosan dopsun olm..."
  • Dance Dance Dance ne güzel şarkıdır... Steve Miller Band'in olan. "i don't know/but i've been told/if you keep on dancing/you'll never grow old" diyor amcalar, örnek olarak da büyük annelerini, dedelerini veriyorlar. Ne güzel insanlar...
  • Yahu yine kayıt yaptık. Kayda doymuyoruz. Bir de aynı şarkıyı üstelik, hani aynı şeyi o kadar çok dinleyip çaldık ki iki taşodadır, şarkı pek bir oturdu, ama içimiz bayıldı. Gerçi Selçuk'a buradan teşekkürlerimi sunuyorum, çok güzel olmuş şarkı, bizim şarkımız ya, her şeyi bizim ya, dinlemeye doyamıyorum yahu... Mutluluk mutluluk...
  • İlk dönem de hızla geçip gidiyor, hadi hayırlısı...