24 Mayıs 2012 Perşembe

Hollandalıcılık

  • Nihayet, Mayıs sonuna doğru montsuz dışarı çıkmayı başarabildik. Zaten arada bir geçiş süreci olmadı; bir gün montluyduk, ertesi gün aniden herkes soyunmuştu. Ve evet dostlar, doğruymuş, gavur milleti güneşi kırk yılda bir gördüğünden, o dakika soyunuveriyor, o dakika ortalık omuza, bacağa doyuyor.
  • Biz de tabii ki eksik kalmadık ve Pelin Hanım ile bu durumları bizzat yerinde, yani Museumplein ve Vondelpark içinde incelemeye karar verdik. Böylece iki gün ekmeğimize peynir ve jambon koyarak, çimlere yayarak, yayılma halinde işlerimizi hallederek, mayışarak ve mayışarak Hollandalılığımızı doyasıya yaşadık.
  • Lise arkadaşlığı tuhaf bir müessese. Tuhaftan kasıt iyi anlamda tuhaf. Sanırım birbirinizin ergenlik salaklığından erken yetişkinlik mallığına geçiş sürecine birebir şahit olduğunuzdan ve bu süreci birlikte geçirdiğinizden, yani birlikte büyüdüğünüzden kelli aranızdaki ilişki çok farklı oluyor.
  • Burada geçirmiş olduğum aylar boyunca hep dalga geçtim, hep hor gördüm, ama yanlış yoldaymışım. Buradan kantinde ekmeğine peynir sürüp yediği için "bu ne len, yemek mi bu" diye dalga geçmiş olduğum tüm Hollandalılardan özür diliyorum. Şu iki günde anladım ki ekmek-jambon-peynir, meğer Hollanda mutfağındaki en lezzetli ve en doyurucu şeymiş. Sandviçlerin yapamadığını bu üçlü yapıyor, zira bir yandan sürüp bir yandan yediğiniz için yavaş tüketiyor, tam doyuyor ve bütün gün acıkmıyorsunuz. Bilememişim, hata etmişim. 
  • Bu arada ukulele aldım ben.
  • Amsterdam belediyesinin ilginç bir kütüphane sistemi var; her mahalleye ufak tefek bir kütüphane koymuş durumdalar. Bu kütüphanelere üyelik çocuklar için parasız, yetişkinler için paralı, lakin üye olmadan da içeri girip kitap okuyabiliyor ya da çalışabiliyorsunuz. Ama benim bahsetmek istediğim Amsterdam'ın merkezindeki 7 katlı kütüphane, ve o kütüphanenin çocuk bölümü.
  • Ben şahsen isterim ki kütüphane ahşap olsun, kitap koksun, konuşamayalım, sessiz kalalım falan. Neden? Çünkü ben antika bir insanım. Lakin bu antikalığımla ben bile alışveriş merkezi gibi tasarlanmış olan, sanat katında insanların çıkıp müzik yapabildiği bir sahne barındıran, her katta mutlaka bir sanatçının eserlerinin sergilendiği, milletin minderlerde ya da yerde de oturduğu, resmi tatil günü hınca hınç dolu olan, baya bildiğiniz ergenlerin gelip takıldığı, piyasa yaptığı bu kütüphaneye büyük bir hayranlık duydum. Daha çok resmi tatilde bu kadar kalabalık olduğu ve insanlar kütüphaneyi bu kadar sevdikleri için. Bir de çocuk bölümünde koşuşturan, kitap seçen, kitap okuyan çocukları ve ailelerini gördüğüm, biraz özendiğim için.
 
 
 
 
  • Geçtiğimiz ay, ilginç bir günde, bir sokağın başında trafik kazasına şahit olup, sonunda bir düğüne denk geldim. Bütün bu hissiyat karmaşasını belgelemek için dayak yeme pahasına fotoğraf çektim. Dayak yemesem de azar yedim, ama azarı tam neden yediğimi bilmiyorum. Düğün sahipleri kızmadığına göre fotoğraf çekilmesinden rahatsız olmuyorlardı, kızan fotoğrafçıydı, belki de fotoğrafları çekip satacağımı falan düşünüyordu. Her ihtimalde mutluluklarına ortak olmak isteyen, minik kalça hareketleriyle yanlarına yaklaşmaya çalışan bir insandan çok kültür çeşitliliğini belgelemek isteyen Müslüman mahallesindeki Hollandalı görüntüsü veriyordum. O yüzden çok duramadım.
 
  
  • Neden buradaki üniversitelerin psikoloji fakülteleri hep itin g.tünde? Tamam, sinir bozucu olduğumuzu kabul ediyorum ama bu kadar mı nefret ediyorsunuz bizden?
  • Geçen haftasonu burada ilginç bir olay oldu; Jordaan bölgesinde oturan sanatçılar atölyelerini açtılar; hem gezmek isteyenler, hem de alıcılar için. Bunun sanatçının kendini tanıtması ve eserlerini satması için çok güzel bir fırsat olması bir yana, organizasyonun ciddi bir şekilde planlanması öbür yana. Neden? Hollandalı çünkü bunlar. Haritalar ve programlar, hangi atölyede hangi amatör müzisyen çalacak, hangi şair şiirlerini okuyacak, hangi atölyede ne tarz eserler mevcut... Bütün sanatçılar atölyelerini/evlerini hazırlamış, düzenlemiş, yoldan geçen herkesin (aileler, çoluk çocuk, yaşlı insanlar, gençler) elinde bir harita, hep beraber sanat eseri kovaladık. 
Bir de bu kızları kovaladım. Snowapple diye bir grup bu, çoghoşlar...
  • Benim için en etkileyicisi (ve biraz da üzücüsü) normalde işi fotoğraf çekimleri için profesyonel modeller/maketler yapmak olan, ama photoshopla birlikte bu işi bırakmak zorunda kalan adamın atölyesi oldu. Adam artık atölyesini partiler ve organizasyonlar için kiraya veriyor, arada da illüstrasyon falan yapıyordu. Üç kızı vardı ve karısı yeni terk etmişti, ama bu bölüm konumuzla çok alakalı değil tabii.
Bu da maketlerden biri, arkasında reklamıyla beraber...
  • Bugün ev arkadaşım gelirken karpuz almış. Üstelik iyi bir karar vererek bu alışverişi bir Müslüman marketinden yapmış, yani söz konusu karpuz sıcak iklimlerden gelmekteydi, söz konusu karpuz ölümüne tatlıydı sayın seyirciler. Laura, dedim, kendimi evimde hissettim, teşekkür ederim.
  • İşsiz güçsüz olmamdan kelli çizim konusunda baya gaza gelmiş, hatta ara gazlarda kendime çeşitli çizim cicileri almıştım. Hah, o gaz sezonunu az sonra göreceğiniz çizimle kapattım gibi. Tam olmadı, olamadı, ama olsun.

16 Mayıs 2012 Çarşamba

Kayık


Ben bugün bunu yaptım. Güzel insan Ilgın Hanım'ın önerisiyle, bir yandan şöyle de bir şey oluştu:
 

13 Mayıs 2012 Pazar

Grön grön grön

1€ya alınan gözlüğü filtre olarak kullanmak ve bir takım kiliselerin arka bahçeleri.

Maastricht Üniversitesi'nden sınıf arkadaşlarım, gezi yoldaşlarım, kahkaha turfanlarım Roos ve Raquel ile, neden bilmem, yaklaşık 5 aydır görüşmüyorduk (Roos bir iki ay önce Amsterdam'a gelmişti gerçi). Bir anda üzerimizdeki tozu silkeleyip buluşmaya karar verdik, ama neden Groningen'de buluşmaya karar verdik onu bilemiyorum.

Ayrı ayrı yerlerden gelip Amersfoort'ta aynı trene binecektik, Raquel ve Roos bana hangi vagonda olduklarını söyleyecekler, ben de onları bulacaktım. Tren ikiye ayrılıyor, yarısı Groningen'e, yarısı ayrı bir yere gidiyordu, onlar ise Groningen'e giden son vagondalardı. İlginçti, son vagon birinci sınıftı, biz öğrenciydik, neler oluyordu, bir sonraki ikinci sınıf vagona bindim. Tren kalabalıktı ve ben kımıldayamıyordum, bulunduğum vagonun "sessiz vagon" olduğunu ise telefonumun çalınca herkesin bana bakmasıyla fark ettim; gençlere gidemiyordum ve gençleri arayamıyordum. Bundan sonrası duraklarda tren her boşalıp dolduğunda trenin başından sonuna kadar yürüyüp Raquel ile Roos'u bulmaya çalışma trajedisi, bir buçuk saat boyunca. Groningen'e inince fark ettik ki, trenin birbirinden bağımsız üç büyük kısmı varmış, ve onlar ikinci kısmın en son vagonundalarmış; bense birinci kısmın.

Şekil 1.a: Kilise bahçesine şişme bar kurmak, yanında futbol oynamak.

Groningen güzel şehir. Öğrenci şehri diyorlar, biz de öğrencisine kapısının önüne sandalyeler atmış bira içen öğrenci birlikleri, kilisenin arka bahçesinde futbol oynayanlar ve "madem öğrenciyiz o zaman neden göle golf sopalarıyla pinpon topu atmıyoruz?" adlı bir oyun geliştirmiş olan gencolar sayesinde doyduk. Ama daha güzeli merkezin ara sokaklarında "Gasthuis" diye geçen eski hastane ve yaşlı bakımevlerinin bahçelerini işgal etmekti. Bu bina-bahçe kolektifleri şu anda site gibi, bazılarında yaş ortalaması yüksek, bazılarında düşük, ama insanlar ev olarak kullanıyorlar.




 Burada Raquel tezine ve süpervizörüne olan duygularını anlatıyor.


Roos'a "Burası güzel bir şehir, ama yaşamak istemeyebilirim" dedim. Yanlış söylemişim, tam tersi olacakmış; "Burada çok güzel yaşanır, ama gezmek istemeyebilirim" olacakmış. Ama zaten bence gezinin ana fikri Groningen değildi, anafikir Raquel ile Roos'u dürtmekti. Ek olarak başta "aa ne güzel seviliyorum lan" diyen ama sonra bizden nefret eden şu kediyi ve sevgilisini dürtmek de olabilir.


Son olarak Hollanda'ya gelip de "Groningen'e gidelim mi" diyenlere gelsin:
  • "Şehrin merkezi" denilen alan iki meydan ve onları bağlayan tekil sokaklardan ibaret. Müze gezmek istiyorsanız müzeler mevcut, biz gezmedik. Onun dışında da merkezde bir şey yok. Gerçekten yok.
  • Şehir fazlasıyla yeşil, parklar bahçeler gani gani. Bir de evler genelde 1-2 katlı olduğundan bu yeşillik daha da ön plana çıkıyor. Diyeceğim o ki, merkezde müzeler dışında çok vakit kaybetmeyin, bir-iki paralelinde inanılmaz sessiz mahallelerde gezinin, Gasthuisleri bulun, bahçelerinde oturun, bahçede oranın yerlisini görürseniz onunla muhabbet edin. 
  • Şehrin dışına doğru yürüyün, binalar, dükkanlar, olaylar, her şey ilginçleşiyor. Grafiti ilgi alanınızdaysa merkezin azıcık uzağında çok güzel bir çim alan ve üzerinde enfes trafolar var mesela. Hemen önünde kurulan organik pazarda ise çocuklar el değirmenlerinde yaptıkları unlardan krep yapıyorlardı. Onun da önünde her şeyin karman çorman satıldığı dev bir dükkan vardı. Falan falan falan...
  • Öğrenci şehri olmasına rağmen Amsterdam'da ya da Maastricht'te maruz kaldığınız bisiklet terörüne burada pek rastlamıyorsunuz. 
  • Açık konuşayım, Maastricht'ten gidiyorsanız hem yol parası açısından, hem de yolun uzunluğundan kelli, bence değmez. Onun yerine -bence- Belçika'ya geçin.


8 Mayıs 2012 Salı

Halfway down the stairs


Önce tapınak. Zaten kafamdaki renkler tam olmamıştı, ama neden tam olmadığını düşündüğümü bulamıyordum. Tapınak istediğim etkiyi yaratmıyordu. Derken benim ismini koyamadığım duruma alakasız bir konumda Jos isim koydu ve "Yani, çok renkli..." dedi. Ben de bunun üzerine, madem vaktim vardı, az renkli deneyeyim dedim. Sonuç şu şekil oldu, daha güzel mi oldu tartışılır, ama daha çok içime sindi gibi:


Orjinalleri renklendirmeye cesaret edemediğimden kelli her seferinde çizdiğim şeyin 3-5 fotokopisini alıp onları renklendiriyorum. Böylece beğenmezsem tekrar yapma şansım oluyor, iyi oluyor o, pek güzel oluyor. Hele ki kendime yeni ciciler almışım, bu sefer tarama ucuyla on saat uğraşmışım, kesinlikle risk alamazdım. Yine de cicilerimi (mürekkep ve ecoline) aldığım yerden aniden gaza gelip suluboya kağıdı da alabilirim, sonuç ne olur bilemem gerçi... 



O zaman kendimi iyice sanatçı zannedeyim ki orada burada yaptığım saçma sapan eskizleri de paylaşayım:



Süpervizörüm Mariette geçtiğimiz hafta ne yaptığımı sordu. Ne yaptığımı sorarken aslında cevabı biliyordu, zira bana tasarladığımız bilgisayar oyunu için arkaplan resimleri bulmak dışında bir görev vermemişti, üstelik bir hafta içinde hem bir Queen's Day, hem de bir Liberation Day kutlamıştık. "Hayatımın geri kalanında bir daha bu kadar rahat bir hafta geçirmeyeceğimi biliyorum" dedim, Mariette de "Evet, bunun farkında olman iyi bir şey," dedi. Şimdi oyunun arayüzünü ve karakterlerini tasarlamam gerekiyor, ve ben hayatımın geri kalanında yapacağım işlerden bu kadar keyif almayacağım ihtimalini sürekli masamın üzerinde, gözümün önünde tutuyorum.

6 Mayıs 2012 Pazar

Bevrijdingspop

Gün geçmiyor ki Hollanda'da başka bir milli bayram yaşanmasın, Hollanda milleti başka bir şey kutlamasın. Gerçi ben burada 5 Mayıs'tan, yani bir nevi Hollanda'nın düşman işgalindan kurtuluşundan bahsediyorum; 4 Mayıs ise Nazi işgalinde ölen Yahudi vatandaşları anma günü, dolayısıyla pek kutlamalık bir durum yok.

Lakin, 5 Mayıs Kurtuluş Günü'ne dönersek; bu sanırım bizim 30 Ağustos Zafer Bayramımız ile eşleştirilebilir. Düşünün ki Zafer Bayramı için Şehre trenle 15-20 dakika uzaklıkta bir kasabada ücretsiz dev bir organizasyon düzenleniyor, bu organizasyonda hem Hollanda'nın az çok bilinen sanatçıları sahne alıyor, hem de yurtdışından bir takım sanatçılar ithal ediliyor. "Bu zaten bizim milli bayramlarda da olur, her meydana sahne kurulur" diyenlere ise şunu belirtmek isterim; düzenlenen şey bir festival, baya bildiğiniz Rock'n Coke gibi, Masstival gibi, One Love gibi. İçki ve yemek satışından içeride kurulan pazara, alışveriş sisteminden (zira para geçmiyor, "munt" kullanıyorsunuz) tuvaletlere, haritasından sahne yanındaki yüksek çözünürlüklü dev ekranlarına (paralı konserlerde bile zor gördüğümüz bir lüks) kadar.

Biraz "Ücretsiz müzik, hem fotoğraf çekerim" mantığıyla, biraz da "Hmm, bakalım burada işler nasıl yürüyormuş bir inceleyelim" diyerek, ama en çok "Evde oturup ne yabıcam ki?" sorusuyla cebelleşmelerim sonucu Haarlem'e doğru yola çıktım.

Haarlem güzel bir kasaba, hatta hiç beklemediğim kadar güzel bir kasaba. Yazlık yerlerin kışlık halleri gibi bir yer, nasıl anlatabilirim bilemiyorum. İnanılmaz sevimli dükkanlar var, festivale istasyondan yürüyerek gidildiği için koca bir güruh olarak çoğunu görme şansı bulduk. Ve ben festivale yürürken kasaba belediyesinin "Ya her dükkan 50€ atsa hem festival düzenleriz, hem de kasaba ekonomik olarak kalkınır, düşünsenize, festivale gelen herkes bir şey alsa" diye karar aldığını düşündüm, zira milli bayramdı ama bütün dükkanlar açıktı.

Ben Bruis'te karşılaşmış olduğum sakinliği göreceğimi zannederken karşıma bir İzmir Enternasyonel Fuarı kalabalığı çıktı. Neyse ki festival alanı oldukça büyüktü, ve ben yalnızken çok bilinçli bir festival seyircisiydim. Gruplara şöyle bir önceden bakmıştım, programda sıralarına da baktım, Case Mayfield'ı izlemek için alternatif sahneye doğru ilerledim, ve sonraki gruplarda da efektif bir şekilde kullanmak üzere kendime en önde bir yer edindim. Sinir bozucuydum, ama mutluydum.


Case Mayfield'ın performansı, şarkılarının düzenlemeleri oldukça iyiydi, ama benim favorim hemen ardından çıkan Bombay Show Pigs'di. Üstelik konser sonunda vinyllerini satarak benim kalbimi fethetmişlerdi, lakin festival sonuna kadar taşımamın imkanı yoktu, boynum bükük, gözlerim yaşlıydı.




Bombay Show Pigs'den sonra Lefties Soul Connection adlı siyahi vokalli bir (çok şaşıracaksınız ama) soul-funk grubu sahne aldı. Basçının sevimliliğiyle ilgili ben bir şey söylemiyorum, ama grubun solistinden geliyor: "Hey girls, I know you find her cute, I've seen how ya lookin' at him".

 

Lefties Soul Connection'un sahneden inmesiyle birlikte ben de ana sahneye doğru yol almak istedim, lakin ancak arkama dönmekle kaldım, zira benim az önce "İzmir Enternasyonel Fuarı kalabalığı" olarak nitelendirdiğim insan-metrekare oranı aslında festivalin boş haliydi. Benim ise -yine- sırtımda çantamla kalabalığı yarmam ve ana sahneye ilerlemem gerekiyordu, lakin giriş kapısından -neden inanın bilmiyorum- alternatif sahneye akan insan seli yüzünden hareket edemiyordum. Bir şekilde, içimden küfrederek, yol vermeyen insanları itmemeye çalışarak, yavaş adımlarla seli geçtim, yürüdüm, ana sahneye ulaştım. İsteğim Echo and the Bunnymen'i çekmekti, lakin bu kalabalıkta en öne ulaşmam zor görünüyordu. "Ne yapalım" diyerek konseri ana sahnedeki grubu izlemeye başladım; hesaplayın diye söylüyorum, o uzaklıkta çekebileceğim en düzgün fotoğraflar şu şekildeydi:


Bu dünya tatlısı gruptan sonra üç rapçi kardeşimiz sahne aldı, herkesin bir ağızdan söylemesinden edindiğim sonuç bu insanların buranın Serdar Ortaç'ı, ya da Sean Paul'ü gibi bir şey olduğuydu. Kötü değildi, belki biraz anlamsız geliyordu-gerçi bu sözleri anlamadığım için de olabilir. Lakin insanlar zıplamaya doyamıyor, adeta ufak çaplı bir pogo festivali yaşıyorken ben sabit durmaya çalışıyor, en iyi ihtimalle üzerime düşen hoplayan adamları geri itiyor, bu işkencenin ne zaman biteceğini düşünüyordum.

Derken aniden fark ettim ki bütün kalabalık zıplıyordu. Bu kalabalık Ben Howard'ı ya da Echo and the Bunnymen'i izlemeye gelmemişti, bizzat bu ekipte zıplamak için gelmişti. Önlere ulaşmak için hala umudum vardı dostlarım, hala umudum vardı. Nitekim, ekip sahneden inince kalabalık aniden dağıldı, ve ben kendimi sahnenin önündeki üçüncü sırada buldum.

Peki fark etti mi? Hayır. Zira Hollandalılar uzundu. Gerçekten uzundu. Ve ben etraftaki dişil yoğunluğu Ben Howard'a bağlamıştım, halbuki Ben Howard iptal olmuştu, ve yerine Will and the People adlı grup çıkacaktı. Eklediğim videodan da göreceksiniz ki söz konusu grup ölümüne zibidiydi, ve bilirsiniz ki biz kızlar zibidileri severdik.


 
 

O zaman, dedim kendime, e bu kızlar Echo and the Bunnymen'e kalmaz. Nitekim öyle oldu, Echo and the Bunnymen'de önümdeki kızlar teker teker gitti, ve ben önüme benden kısa birini alıp rahat rahat konseri izledim, rahat rahat da fotoğraf çektim. Bu arada, seksenler sounduna olan önyargımın haddi hesabı yok, ama konser çok güzeldi. Bunu biste şarkı içinde coverladıkları Take a Walk on the Wild Side ile ve yanımdaki teyzeyle beraber "düp düdüp düdüp düp düdüp" yapmamla alakalı olduğunu sanmıyorum, daha çok bana seksenlerden gelen bir müziği sevdirebildikleri için olabilir.

 

Bütün bunların dışında ise çok sevdiğim üç an var, ahanda şu şekil:
Çok bir açıklama yapmam gerekiyor mu bilmiyorum. Genel anlamda çocukların küçük yaştan itibaren zarar görmeyecekleri şekilde her keyifli ortama sokulmaları gerektiğini düşünüyorum. Hele ki bir müzik festivalinden bahsediyoruz. Bu çocuk hem kalabalıktan korkmayacak, hem de müzikten keyif alacak, üstelik, göreceğiniz üzere, kulakları da zarar görmüyor. Annesi onu izlerken o herkesin yanına gitti, konuşamasa da elindeki sopayla dürttü, gülücükler dağıttı. Ortalık kıpırdanmayacak kadar kalabalık olduğunda ise ya eve dönmüşlerdi, ya da muhtemelen annesinin ya da babaasının sırtındaydı.

 
Benzer bir durum, ama yaş farklı. Aradaki ufak sahnede çıkan grubu izlerken, aniden tekerlekli sandalyelerle üç yaşlı kadın geldi ellerinde balonlarla. Yaşlıdan kastım, gerçekten yaşlı, ve en sağdaki kadının elleriyle müziğe eşlik ettiğini görebiliyorsunuz. O andan en çok keyif alanlar onlar olabilir, abartmıyorum. Bir de belki onları izleyen ben.


Biraz ironik olacak, ama bunlar da ergenlerimiz. Gördüğünüz üzere biraz sıkılmışlar Case Mayfield'dan. Ama neden bilmem ergenlere dair şu sıkılma halini sevmeye başladım. Yetişkinlerde (ve kendimde) gördüğümde dalga geçme fırsatını verdiğinden olabilir.

1 Mayıs 2012 Salı

Nedir, ne olmuştur: Queen's Night & Queen's Day

Dün bütün Hollanda bir olup, hep birlikte Hollanda Kraliçesi'nin doğumgününü kutladık. Gerçi kutladığımız doğumgünü aslen bir önceki doğumgününe aitti, lakin şu anki kraliçe ocak ayında doğduğundan sanırım onu kutlasak bu kadar coşamazdık. Tabii dün kendini göstermiş olan güneş, "yeterlansizebukadar" deyip gitmeye karar vermeyeydi iyiydi, o ayrı.

Sonuç olarak aşağıda o iki gün yaşadıklarımı ve yaşadıklarımla yarı alakalı fotoğrafları bulacaksınız. Çok sıkılırsanız yazıları okumayın, resimlere bakın, o yüzden koyuyoruz resimleri. Halbuki yazıları aslen kendimiz sonra baktığımızda hatırlayalım diye yazıyoruz.

Queen's Night:

Nedir?
Queen's Day adı ile anılan güne bağlanan gece. Genelin "Madem ertesi gün tatil, o zaman bu gece coşalım coşumsayalım, sonra kalkıp bir takım coşkulu hareketlere devam ederiz" mantığıyla hareket ettiği bir zaman dilimi. Söz konusu gecede belli ara sokaklar birer sokak diskosuna dönüşüyor, meydanlara kurulan sahnelerde gruplar müzik yapıyor, bol alkol tüketiliyor, bir de kıyafetin "içine" turuncu bir şeyler giyiliyor. Bu önemli bir detay; ertesi gün bangır bangır turuncu giyineceksiniz, ama geceyi mütevazı ve ceketin içine saklanmış, saçınıza bağlanmış yahut kafanıza takılmış turuncularla geçiriyorsunuz.

Mütevazı turunculuktan kastım da bu...


Peki ne oldu?
Kahramanımız Ayşegülnazcan'ın planı sırtına fotoğraf makinasını alıp ufak çaplı bir Amsterdam turu yapmak, bu esnada gördüğü güzellik ve ilginçlikleri çekmekti. Nitekim bu planını gerçekleştirdi de, bizzat bu planını gerçekleştirdiği için gece saat dörtte eve müthüş bir sırt ağrısı ve sızlayan ayaklar ile döndü.
Gece boyunca "I follow rivers" çalan yüzlerce ortamdan sadece biri.
  • Yolculuk Lomography Store'da düzenlenen parti ile başladı, Barış Hoca ile bulduğum turuncu montumu giymiş, adımlarımda belli bir hız tutturmuş gidiyordum ki aniden durmak zorunda kaldım, zira sokak kalabalıktı ve normal kıpırdanışlar mümkün değilken sırt çantasıyla ilerlemek adeta mucizeydi. DJ çalıyor çalıyor, henüz sarhoş olmamış insanlar kıpırdamıyor kıpırdamıyordu, ama sarhoş olma konusundaki azim gözleri yaşartıyor, yanımdan, önümden, üzerimden bardak bardak biralar geçiyor geçiyor geçiyordu... Jos'un dediğine göre sokak özel günlerde bu şekilde bir parti alanına dönüşüyordu. Lakin Lomo Partisi henüz boştu, gerçi oyunlar hazırdı; kemer olarak takılan demir bir kuyruğun ucunu çömelerek makinanın deklanşörüne denk getirmeye çalışıyor ve fotoğraf çekiyordunuz. 
Adamın donla gezdiğini fotoğrafı çektikten sonra fark ettim. İlginçtir  o esnada aslen müzisyenleri çekmeye çalışıyordum.

  • Dediğim gibi, parti boştu, Ayşegülnazcan'ı ise yeni maceralar bekliyordu, derken Spui meydanında kahramanımız donakaldı. Bu noktada, daha sonra okuyacağımda hatırlamak için, şöyle bir açıklama yapmak ister gönül; çok uzun zamandır bu kadar keyifli olduğumu, olanı biteni bu kadar takmadığımı hatırlamıyorum.
 
Spui.
  • Oradan Leidseplein, yine bir sahne, yine bir grup, Depeche Mode şarkıları. Bu arada Queen's Day'in yan etki olarak milleti şebeğe çevirdiğinden bahsetmiş miydik? Adam Depeche Mode çalıyor, hön hön hön söylüyor, ama Queen's Day'e uyum sağlayacağım diye adeta bir Muppet olmuş.
Leidseplein.
  • Rembrantplein, Nieuwmarkt, Dam, sonra bir önceki hallerin anısına tekrar Spui, tekrar Lomo, tekrar aynı sokaklar derken bir bodrum katından gelen bangır bangır müzik, ama içeride bir hareket yok. "Neoleyor lan" refleksiyle baktım; hakkaten içeride bir şey yok. O sırada görmediğim, ama yukarıdaki merdivenlerde oturan, bira içen iki gencimiz laf atıyor. Anlamıyorum. "We pink" diyor. "Ha?" diyorum. Wee Piink diyor. Sarhoşlar herhalde, gay olduklarını mı söylüyorlar, peki bunu neden bana söylüyorlar diye düşünürken "Go away" diyor. Allah allaaah deyip yoluma devam ederken çocukların aslında muhtemelen "We are peeing" demeye çalıştıklarını anlıyorum, ellerindeki bira şişeleri aniden farklı bir anlam kazanıyor, birden kafamda her şey aydınlanıyor... Laf atmasalar görmemiştim bile halbuki...
"I follow rivers" yayını yapan başka bir yer, bu sefer Leidsestraat.


Rembrantplein.

  • Baktım ortalıkta macera yok, ve ben ertesi sabah erken kalkmayı düşünüyorum, eve gitmeye karar verdim. Ancak macera çağrımı hisseden bir çift bana yaklaştı, Queen's Night'ın nasıl geçtiğini, neden yalnız olduğumu sordu. "E bizimle gel?" dedikten sonra bunun doğru bir macera çağrısı olduğunu zanneden ben, beş dakika sonra onlarla yolda dans ediyor, on dakika sonra çocuğun aslında kızın sevgilisinin en yakın arkadaşı olduğunuu öğreniyor, yirmi dakika sonra ise kızın erkek arkadaşına ulaşmaya çalışırken çocuğun başka bir kızla sarmaş dolaş dans etmesini izliyordum. İlerleyen dakikalarda kızın erkek arkadaşını bulacak ve hepberaber yaklaşık 10 dakika oturacaktık. Kız içki almaya gidince herkes masadan kalkıp gidecekti, ben kıza haber vermek için kalacaktım, ve dışarı çıktığımızda kimseyi bulamayacaktık. Ondan sonraki yarım saat-kırk beş dakika ise tekrar kızın erkek arkadaşına ulaşmaya çalışarak ve bunun ne kadar garip olduğunu düşünerek geçecekti. Hatta o esnada ev partilerinden birine davet edilecektik, lakin kızcağız o kadar paralize olmuş ve şaşırmış olacaktı ki, durmaya devam edecektik. Birer bira içip evlere dağıldık.
Alakasız teyzeler, ve yine mütevazı bir turunculuk.
  • Yolda ipe dizilmiş bayraklarla gezen, ve tabii ki alkollü üç arkadaşımız benim yalnız yürüdüğümü görünce bayrakları bana dolamak istedi. Ben ise beklenmeyen bir çalımla eğilerek ve omuzlarımı iki yana sallayarak limbo yaptım. Gencolarımızın o kadar hoşuna gitti ki bu, sokağın orasına sabitlenip şarkı söyleyerek herkese limbo yaptırmaya başladılar, ben ise görevini yapmış bir kahraman edası ve gururlu bir gülümsemeyle oradan uzaklaştım, evet, limbo başlatmıştım...

Queen's Day:

Nedir?

 Adeta günün özeti.

Bütün Hollanda'da kutlanan bir milli bayram. Bir önceki gün mütevazı bir şekilde vücudun çeşitli yerlerine serpiştirilen turuncuların bütün şehri kapladığı zaman dilimi. İki gün önceden kaldırımlardaki alanlar koli bantlarıyla ayrılıyor, aslında muhtemelen her sene Queen's Day eğlencesi görmeye doymuş olan, yahut çoluğa çocuğa karışan Amsterdam yerlileri evlerinin önüne tezgahlar açıp kullanmadıkları eşyaları, kıyafetleri satıyorlar. Çocuklar da gün boyunca para kazanmak için çalışıyorlar, kimi durduğu yerde Hollanda Milli Marşı'nı okuyarak para topluyor, kimi kek, kimi yaptığı resimleri satıyor, bazıları ise gruplarıyla evin önüne çıkıp müzik yapıyor. Her yerde DJler, her yerde müzik grupları, her yerde ihtiyacınız olan şeyleri (yiyecek, içki, su, güneş yağı vs.) alabileceğiniz tezgahlar var. Yürümek ve etrafı seyretmek ne kadar keyifliyse, kanalların kenarına oturup geçen turuncu insanlarla dolu tekneleri izlemek, ya da bir yerde karar kılıp dans etmek de o kadar keyifli.

"I I folloow I follow youu deep seeaa baby, I follow you"


 Şekil 1.a. keyif

Şekil 1.b. keyif


Peki ne oldu?
Kahramanımız günü Sayın Şakarer ve ev arkadaşları ile geçirmeye karar vermişti, bu nedenle saat bir gibi evlerinin önünde olacaktı. Lakin güne dair asıl isteği fotoğraf çekmekti, bu nedenle saat on bir gibi yola çıkmıştı; fotoğraf makinasının günün geri kalanında eziyet olacağını nereden bilebilirdi? (Aslında bu sorunun cevabı çok basit; gayet de bilebilirdi. Ama risk almak istemedi, zira güne Ecelerin grubuyla devam edeceği
kesin değildi, ve yalnızken fotoğraf makinası en iyi dosttu.)


Şekil 2.a. Bir Queen's Day hazırlığı olarak yüz boyama

Şekil 2.b. Bir Queen's Day hazırlığı olarak yüz boyama

  • Açık konuşmak gerekirse gördüğüm en güzel ve eğlenceli şey şu aşağıda gördüğünüz yetmişler-seksenler diskoteğiydi. Oraya biraz daha geç denk gelmeyi ve onlara katılmayı nasıl isterdim anlatamam.

  • On bir aslında erken bir saatti, ama yürümenin mümkün olmadığı yerler vardı. Tekneler yola çıkmış, müzikler başlamıştı, lakin muhtemelen henüz kanlarda yeterince alkol yoktu. Bunun yanında işini bilen Hollandalılar sabah çıkmış, on ikiye kadar tezgahlardan alışverişlerini yapmış, aldıklarını bırakmak üzere evlerine dönüyorlardı, böylece hem bit pazarından faydalanmış, hem de rahat eğlenmek için ellerini kollarını boşaltmışlardı.
 
Tekneler kanala girmek için sıra beklemek zorunda.

"Patron, elemana söyledim, bizim mallar yarına hazır, olmadı zaten öbür gün sallandırırız adamı.."

  • Ben ise güne manikür yapan ve tırnak başına beş cent alan 5-6 yaşlarındaki kızın tezgahına oturarak başladım. Tezgahtan kalktığımda ellerim anaokulu faaliyetinden çıkmış gibiydi, ama üç tırnak bir Hollanda bayrağı yapıyordu ve ben eskiden anaokulunda çalışmış bir insan olarak bu olayın sevimliliğine karşı koyamazdım. Nitekim öğrendim ki benden önce karşı koyamamış olan kadın da öğretmenmiş.


  • Bir buçuk gibi yola çıktık, yürüdük, yürüdük, yürüdük. DJ kabinlerinin önünde durduk, dans ettik. Gerçi en kalabalık sokaklardan geçmeye ya da o sokakların en kıpırdanmayacak noktalarında dans etmeye çalışırken benim gözüm hafiften seyirmeye, saçlarım dikelmeye başladı, zira sırt çantam çilemi arttırıyor, ve yaptığımızı daha da anlamsız hale getiriyordu (gerçi Onur Can taşıdı uzun bir süre, kendisine ne kadar teşekkür etsem az). Yine de o sokakların girişinde ve çıkışında, kıpırdayabildiğim (ve dolayısıyla kıpırdadığım) noktalarda çok eğlendiğimi inkar edecek değilim. 
Bu ablaların da eğlendiğini inkar edecek değilim.
  • Tabii ki turuncu giyinmiştik. Lakin giydiğim şey turuncu bir kazak olunca ve güneş "merabaaa" demekle kalmayıp inatla dürtükleyince alakasız bir atletle kaldım. Neyse ki bir gün önce bir yerlerde bulduğum turuncu bir ostrişim vardı ve Queen's Day'in yan etkisinin şebekleşme olduğunu artık kabul etmiştim. Önce şöyle bir şey oldum.
Şekil 3.a. Queen's Day'de balık olmak.
Stan ve Ece Şakarer sağolsun benim de Queen's Day'de resimlerim var.
  • Alışverişi çok seven bir insan değilim, ama "bir euro" yazısını görünce benim elim ayağım oynamaya başlıyor sevgili seyirciler, dayanamıyorum. Nitekim orada da dayanamadım, kızın birinden birer euroye H&M bir gece elbisesi aldım. Lakin gece elbisesini taşımam mümkün değildi, ve ben bir önceki maddede bahsettiğim yan etkileri çoktan yaşıyordum, o nedenle elbiseyi üzerime geçirdim. Sonra sıkılıp üst tarafını çıkardım. Sonra da şöyle bir şey oldum.
Şekil 3.b. Hellöv. O ayak kimin hiçbir fikrim yok.
  • En güzeli, aynı şeyi Hıdrellez'de de hissetmiştim, herkesin sarhoş, ama herkesin kardeş olmasıydı. Herkes oraya bizzat eğlenmek için gelmişti, eksiği ya da fazlası için değil, o nedenle birbirini rahatsız eden ya da birbirinin eğlencesine engel olan yoktu. Herkes keyifliydi, herkes mutluydu.
  • Bir tek Vondelpark içimde kaldı ulan. Ulan resmen içimde kaldı.
  • En güzel sürpriz ise eve dönerken yolumun üzerindeki barda bangır bangır Proud Mary çalmasıydı. Aşağıda masaya çıkmış şarkıyı söyleyen ablayı görebilirsiniz.


Dipnot: Günü çok güzel anlatan başka bir yazı da Sevgili Şakarer'den geliyor: Tanrı Kraliçeyi Korusun