26 Kasım 2011 Cumartesi

Evimde bir quartet yaşıyor

Bu kadar kısa zamanda iki yazı yayınlayan bir insan değilim genelde, ama sadece bilin diye söylüyorum, insanın konservatuvarda okuyan ev arkadaşı olması bir cumartesi akşamı şöyle bir sürpriz yaratabiliyor:


İşte, bazı insanların da dersi bu mirim. Bazı insanlar böyle ders çalışıyorlar. Grup çalışmaları bizzat quartet olmak. Ben ders çalışsam kimse oturup beni izler mi, sanmıyorum. Ben oturdum izledim. Hatta iyice terbiyesizlik yapıp fotoğraflarını bile çektim.

 

Village de Noel

Şu aralar pek çaktırmasak, genelde vaktimizi kütüphanede makalelere gömülmüş bir şekilde geçirsek de, aslen atraksiyon sever insanlarız. Anladığımız kadarıyla Avrupa insanı da atraksiyon seviyor k, bir ay önceden Christmas'a özel pazarlar, etkinlikler meydanları işgal etmeye başlıyor. 


Çevremizdeki şehirlerde 3 farklı Noel marketi olunca, bizim şehrin Noel marketi de henüz açılmayınca, uzun düşünme süreçleri sonucu atraksiyon ihtiyacımızı Liege'de gidermeye karar verdik. Evet, Aachen'e hiç gitmemiştik, ama Aachen yoluna dökeceğimiz paranın biraz fazlasıyla Brüksel'e gidebilirdik. Evet, Valkenburg'a da gitmemiştik, ama neyle karşılaşacağımızı, değip değmeyeceğini bilemiyorduk. Üstelik Liege'i sevmiştik, kimsenin sevmediği Liege'in biz hastasıydık. Muhtemelen temizlenmemiş, iyi bakılmamış eski binalar Raquel'e de bana da yaşadığımız yerleri hatırlatıyordu. Roos ise daha önce Liege'i görmemişti, o yüzden bizim LİYEEEJ LİYEEEJ çığlıklarımıza pek anlam veremiyor olması mümkündü.

Nitekim, varır varmaz "Noel Köyü"nü gezmesine gezdik, ama henüz gündüzdü, içimizdeki sıcak şarap aşkı henüz alevlenmemişti. Bunun üzerine merkeze gitmeye karar verdik, lakin bu sefer merkeze alakasız yerlerden dolanarak gidecek, Bollywood film dükkanları, çeşitli Türk şehirlerini isim seçmiş pitacılar, bilimum siyahi kuaförler ve Uzak Doğu marketleri görecektik. Hatta bu marketlerden birine girecek, orada Roos'un merakına ve "grassjellyjuice" gibi bir şeyi denemekteki muhteşem cesaretine hayran kalacaktık...


Noel köyüne gelince, hani eğer gitmeyi düşünürseniz diye diyorum, çok bir şey yok. Daha doğrusu alkol almak konusunda çok istekli değilseniz ve paranız sınırlıysa çok bir şey yok. İlginç dükkanlar, hoş atraksiyonlar, yöresel ve noele özgü şeyler bekliyorsunuz, ama bilmeniz gerekir ki sınırlı. Standların çoğu sıcak şarap ve çeşitli kokteyllere ayrılmış durumda, onun dışında tabii ki çikolatacılar, salam sosisçiler, hediyelikçiler var, ama sınırlı. Bizim pek hareket görmememizin nedeni pazarın ilk günü olması da olabilir tabii ki, ama standların ilerleyen günlerde değişeceğini zannetmiyorum. Liege canımız ciğerimiz, ve çok eğlendik, ama konu "Christmas Market" olunca Aachen yahut Valkenburg'a gitmek daha mantıklı olabilir.



Yine de, soğuk havada sıcak şarap iyidir. Şapkalar nedenli Kanadalı zannedilmek komiktir. Maastricht'teki açılsın, hemen orayı da işgal edeceğiz Kanadalı şapkalarımızla.




23 Kasım 2011 Çarşamba

Taze tuzlu yer fıstığı

Uludağ Gazozlarında gizli hüznü görebiliyor musunuz? Arkada da güneş batıyor falan...


Bir şeyleri anlatmak, ya da en azından anlatabilmiş hissetmek konusunda sıkıntılıyım. Az çok hepimiz aynı durumlardan, aynı duygulardan bir şekilde geçtiğimiz için zaten yeni bir şey söyleyemiyorum. Bu "yeni bir şey söyleme" takıntısı ne zaman oluştu onu da bilmiyorum. Çünkü bir şeyleri anlatmanın 3 yolunu görüyorum ve fark etmeden ikinci yola baş koymak beni ölesiye korkutuyor.

Yani diyeceğim o ki, bir şeyi en basit ve düz şekliyle anlatabilirim (1), klişelere sığınabilirim (2), farklı bir şekilde anlatmaya çalışabilirim (3). 1 ve 3 dikkatsizlik eseri anında 2ye dönüşebiliyor, ve 2ye dönüştüğü anda enfes bir yanılgı başlıyor, zira insanlar aslında klişeleri çok seviyor, insanlar sevdikçe siz de "vay anasını iyi yazmışım" deyiveriyorsunuz. BEN BU KORKU YÜZÜNDEN YILLARDIR GÖNÜL RAHATLIĞIYLA BUNALIMIMI YAŞAYAMIYORUM DOSTLAR...

Bu takıntının içine düşüldüğü anda şarkı sözlerini daha dikkatli dinlemeye başlıyorsunuz, sonra komik şarkı sözlerine, sırf durumu farklı bir şekilde ya da tamamen olduğu gibi anlattığı için aşık oluyorsunuz. Diyorum ya, bunalımlar klişeye, ve bu klişe içinde kendini orjinal hissetmeye çekiyor insanı, o yüzden her türlü bunalımdan kaçmaya çalışıyorsunuz.

Ama işte, insanın bunalmaya da ihtiyacı var. Hayır, mutlu anlarının değerini anlamak için değil, bizzat bunalımın kendisine, bunalım olduğu için ihtiyacı var -ki kesinlikle burada bahsettiğim klinik depresyon değil, bildiğimiz, günlük, ufak bunalımlar. Bilmem bunda bize aktarılmış olan "bunalım olmanın çekiciliği", "allahım ne kadar sıkıntılıyım", "vay efendim hayat çok boş karizması" fikirlerinin etkisi var mı, mutlaka vardır, belki de sadece kendimizi daha "özel" ve daha karizmatik, ya da daha "izlenebilir" hissetmek için ihtiyaç duyuyoruzdur.

Bu arada aslında benim anlatacağım bu değildi, ve konu nasıl buraya geldi hiç bilemedim şimdi. Ne güzel lay lay loy loy gidiyorduk aslında. Sanırım her şey üç büyük bardak yeşil çayı iki saatte içmenin çarpıntı yaptığını anlamamla başladı, ipodun hayatımıza kattığı "soundtrack" özelliğiyle devam etti. Aniden kendimi parkın ortasında durmuş, kuru yapraklara bakarken buldum.

Yanlış giden bir şey var mı, hayır yok. Sadece iki gram zorlukla karşılaşınca en sevdiğim şey yaptığım (ya da duruma göre yapamadığım) şeyi sorgulamak. Aniden aslında hiçbir şey öğrenemediğim, çalıştığım halde başaramadığım, anlamsız bir şeyin peşinde koştuğum gibi fikirlere boğuldum. Sırf girebildiğim için bir üniversiteye girmek, sırf akademik anlamda yapabileceğim için, yazık olmasın diye bir şeyleri yarım yamalak götüreceğim bir bölümde devam etmek içime oturdu. Bari dedim keyif aldığım başka bir şey yapsaydım, onları da yapabiliyordum?

Sonra başka biri çıkıverdi içimden (şimdilik adı Salih olsun), dedi ki, "Salak?". Dedim "Efendim Samet?". "Adım Salih benim." "Pardon abi..."

Dedi ki, "Benim salak kardeşim, sen psikolojiyi de okumaktan keyif alıyorsun. Eğer aklından geçirdiğin, ama dile getirme hakkını kendinde görmediğin, o sanat, o müzik, onları okusaydın, onlarda da zorlanacaktın, hep aklında bir diğeri olacaktı, ve onları da yarım yamalak, idare ettiği kadar yapacaktın. Yaptığın şeyden sıkılacaktın."

Sonra dedi ki, "Hadi şimdi adım Nesligül olsun, ve başka şeyler söyleyeyim sana. Senin sorunun şu an fazla odaklanmış olman. Çaresiz ve boş hissetmenin, bedenen bulunduğun yeri uzaktan izlemenin nedeni de bu. Ama şu an yapabileceğin bir şey yok bir yandan. Yapabileceklerini de sen istemiyorsun. Şu ana kadar hiçbir şeyi zorlamadın, hiçbir şeyin peşinden çok koşmadın. Şimdi de yapmaktan kaçıyorsun. Hep kaçacaksın, bilmiyor musun, biliyorsun."

"O yüzden" dedi, artık adı Hami'ydi, "sadece rahatlamaya çalış. Değiştiremediğin noktalarda havaya bak, ya da yere, insanlar hep bir şeyler düşürür, sen de onları bulursun, bundan mutlu ol."

Yok, hayır, iyi hissetmedim. Biraz daha kuru yapraklara bakıp kütüphaneye geçtim. Dönüşte Tenacious D'nin binlerce kez dinlediğim Government Totally Sucks adlı şarkısı getirdi beni kendime. Biraz fazla gülmüş olabilirim gerçi...


Dipnot: Buradan, benimle aynı anda, benzer sıkıntılar yaşayan herkese selam eder, birebir paralel bunalımlar yaşadığımız sevgili Ali Bey'e şarkılar türküler gönderirim...

20 Kasım 2011 Pazar

Vernisaaj

"20 Kasım'da hatırlatın, bir şey anlatıcam" dediydim ama gördüğüm kadarıyla herkes hayırsız, herkes umarsız. Böyle olunca mecburen başkasının görevini üzerime alıyor ve soruyorum "aa sen bir şey anlatacaktın noldu ona.."

Kısaca olay şu; bugün "Senin gözünden Maastricht" konusu çerçevesinde Bonnafanten Museum'da Şehrin Etekleri sergilendi. Bunun ne kadar hoş bir şey olduğunu anlamak için projenizin bir sergi kapsamında İstanbul Modern'de sergileneceğini düşünün. O gün ayrıca "Open Day" olduğu için müzenin normalden daha kalabalık olacağını ve bir sürü kişinin sizin sanat eserinizi göreceğini hayal edin. Üstelik bu eserler arasından en çok oy alan eser iPad kazanacak falan, ama o bölüm çok önemli değil, siz zaten çok heyecanlı olduğunuz projenin sergilenmesinden fazlasıyla mutlusunuz.

Sonra, aslında o kadar da önemli olmadığını anlamak için 4 ayrı resmin şu şekilde sergilendiğini görmeniz yetiyor:


Nitekim sorun değil, sadece sergilenmiş sayamıyorum. Tek eserle katılmış olsam daha mutlu olabilirdim sanırım.

Bu arada, benim sergideki favorim şu idi:


Yarışmayı kazanan da yine bir Türk hanımkızımız, eseri de şu olmakta:


Sergideki eserlerin (kolaj, çizim ve fotoğrafların) çoğu oldukça başarılıydı, her eserin açıklaması da görevliler tarafından dağıtılan bir broşürde yazılıydı. İlginç olan, daha doğrusu benim kendi bol yazılı eserim için şaşırdığım, herkesin bütün yazıları okuyarak, tüm eserleri anlamaya çalışarak, gerçekten ilgiyle gezmesiydi. Güzel hazırlanmışlardı, sabahtan akşama kadar orada durduğumdan kelli, hiçbir aksiliğin çıkmadığını, çıktıysa da çaktırılmadığını gördüm. Bu esnada devletin kültür harcamalarından kıstığının (50%), bunun özellikle Maastricht için çok zor olacağının ve muhtemelen seneye Open Day düzenlenmeyeceğinin dedikodusunu aldım, üzücü oldu.

Bütün günü müzede geçirmek eğlenceli tabii aslında. Özellikle 14 ev/yurt arkadaşımdan üçü Will, Frieder ve Justus da gelince, yeri geldi çağdaş sanattan tiksindik, yeri geldi deneysel müziğe doyduk, yeri geldi çağdaş dramayı anlamaya çalıştık. Onlar gittikten, ve sınıf arkadaşım Roos geldikten sonra Nine Inch Nails, Apocalyptica, Björk, Damien Rice arasında güzel bir yerlerde gezinen olan Lili Grace adlı grubun oldukça etkileyici performansını izledik.



Son olarak sizi Justus ve Will ile tanıştırmak istiyorum, bir de kameranın arkasındaki gizli kahraman Frieder...


13 Kasım 2011 Pazar

Dragon, go on.

  • Neler oldu neler bitti, sanırım biraz fazla zaman geçti.
  • Burada üniversite bünyesinde Tafelstraat 13 adında bir "öğrenci şapeli" var. Bu söz konusu öğrenci şapeline saygı duyuyorum, zira din, kültür ayırmıyor, "Sen ailenden uzaktasın ve işin zor, hangi dinden olduğun da umrumda değil, ben de sana maddi manevi yardımcı olmak için elimden geleni yaparım" diyor. Felsefi konuşmaları, manastıra kapanma tatilleri, uzun yürüyüşleri ve her perşembe isteyenin katılabildiği ekonomik akşam yemekleri var. Diyeceğim şu ki, içinde Katolik, Protestan ve Lutheran temsilcilerin birlikte çalıştığı bu şapele, Sünni-Alevi-Şii'nin bir araya gelemediği bir kültürden gelen ben baya saygı duyuyorum.
  • İşbu şapelde cadılar bayramı yemeği verildi, ama beni asıl cezbeden İrlandalı profesyonel bir hikaye anlatıcısının da geceye dahil olmasıydı. Gecenin geri kalanında Nightmare Before Christmas izleyecek, ve hatta kendi balkabaklarımızı oyu oyuverecektik. Nightmare Before Christmas'ı izleyemedik belki, ama güzel çorbalar içip, güzel hikayeler dinledik. Oyduğumuz kabaklar da güzeldi, ama oyulduktan sonraki güzellikleri tartışmaya açıktı (kendi adıma konuşuyorum, yoksa pek başarılı kabaklar da mevcuttu).
Gördüğünüz gibi, Raquel kabağın kulağını oymakta...

Isuey ise beynini deşmekte. Bu iş beyin deşmeden olmuyor....

 Mütevazı ama çok sinirli balkabağı...

  • Hayat çok acaip. Bunun açıklamasını bana hatırlatın, 20 Kasım'da yapacağım.
  • Bu arada, Şehrin Etekleri'nde 4. illüstrasyonu da yapmış bulunduk. Gaza gelip başladığım herhangi bir proje için 4 bence baya iyi bir sayı. Hala pes etmediğime şaşırıyorum.
  • Son bir haftada, hazır sınavlar da bitmiş, Amsterdam senin, Utrecht benim, peki ya Eindhoven kimin gezmiş bulunduk. Amsterdam'da kanalda çekildiğim çok turist fotoğraflarım var ama size bunu yapmayacağım. Onun yerine Amsterdam'daki parklardan, Utrecht'teki kafeden, Eindhoven'daki ışık festivali Glow Eindhoven'dan bahsedeceğim.
Ahanda Vondelpark ve pazar günü kendisini parka atmış bir takım aileler...

Bu salıncaktan istiyorum ben.
 Bakın bu bir Tesla Coil. Bu esnada da Karayip Korsanları'nın müziğini çalıyor kendisi.

  •  Bir de şuraya bir şarkı koyduk mu değmeyiniz keyfimize efenim...
Dragon by Breathe Owl Breathe on Grooveshark