31 Ocak 2010 Pazar

Put on your sunday clothes

İstanbul'a gittik geldik, tahmin edeceğiniz üzere afişlerimizi de çaldık. Yeri geldi üşüdük, yeri geldi ısındık, bol bol çay içtik. Yeri geldi sevgili grubumuzu çok sevdik, yeri geldi kendilerinden tiksindik. Ama sonuç olarak, çook güzel bir üç gün ve keyifli bir konser oldu, fon müziği olarak da ne verelim, bilemedim. Düşünüyorum, bulunca söylerim.

O değil de Mozart'ın Türk kahvesini ve bilardoyu çok sevdiğini biliyor muydunuz?

Uçaktan iner inmez Tozak ailesine yemek yemeye, RockBand oynamaya ve Yetenek Sizsiniz seyretmeye gittik. Son ikisinden haberimiz yoktu, ama güzel oldu. Davul konusunda ne kadar yeteneksiz bir insan olduğumu bir kez daha gördüm, ama RockBand, Guitar Hero türevi oyun gitarlarında gelişme göstermişim. Ne ara gösterdim hiçbir fikrim yok.

İki bilgilendirme; birincisi, biz Tozak ailesiyle geleneksel olarak her sene Meryem Ana'ya gidiyoruz, evet. İkincisi, Meneviş Hanım ve benim makinam bir araya geldiğinde kontrolden çıkabiliyoruz. Bu sefer rotamıza Şirince'yi de ekledik, manyaklar gibi yiyip, gezip geri döndük.

Gördüğünüz üzere sevgili annem çaput bağlıyor. Evet, bugün adeta dileğe, kozmik hareketlere doyduk. Doyduğumuz başka bir şey ise teyzeydi. Biliyorsunuz ki, eğer kırsalımsı bir alana gidildiyse köylü teyze fotoğrafı çekmek önemli bir kuraldır, nitekim aynı kural Şirince'de de geçerliydi. Elinde düzgün bir makinası olup da teyzeleri fotoğraflamayanlara köyün çıkışında çok fena şeyler yapıyorlardı, o yüzden ben de eksik kalamadım, ve teyzeye doydum.


İşte böyle. Günü arabada uyuyarak tamamladık Meneviş Hanım ile. Bu ilk göreceğiniz fotoğraf, uyumadan hemen önce olsa gerek. Geri kalan fotoğraflar da tüm Meneviş Tozak hayranlarına gelsin.


Yazı bitmek bilmiyordu adeta. İşte, dedim ya kontrolden çıkıyor fotoğraf olayı diye, böyle işte. Bir sürü fotoğraf. Ama günü işte şu iki fotoğrafla özetleyebiliriz, ki ilkiyle aynı yerde 10 yıl öncesinden kalma fotoğrafımız da var, yok değil.



Bu da yazının son fotoğrafı olsun, hastasıyım:

27 Ocak 2010 Çarşamba

7pf2p, 29 Ocak Cuma, Bronx Pi

Etrafta bu şekilde afişlerimiz varmış. Ben İzmir'de olduğumdan kelli göremiyorum pek, ama bunu bilmek de fazlasıyla mutluluk verici. Konser için yarın İstanbul'a gidiyorum, madem afişte ben de varım, gördüğüm yerden bir iki afiş zulalıyorum.


"the band is just fantastic, that is really what i think.
oh, by the way, which one's pink?"

23 Ocak 2010 Cumartesi

Pandora'nın dağlarında çiçekler açar

Efenim, gayet bildiğiniz yahut tahmin edeceğiniz üzere İzmir'deyim, ama şu üç günde ne yapmış olursam olayım, bu akşam VH1'ı açtığım an gerçekten evde olduğumu hissettim. Eğer koltukta yatarak 91-100 arasını zaplamaya başlarsam ve aniden aklıma bir şeyler gelirse, işte o zaman anlayacağım ki İzmir'deki evin salonundayım ve yine bütün gün hiçbir şey yapmamışım. Ama şimdilik o bilinçten yoksunum.



Gelişimin ikinci günü Ayhan Bey'i ağırladık, kendisi artık bitirme sunumunu bile gerçekleştirmiş bir makina meendizi, ve fotoğrafta da göreceğiniz üzere tek derdi Bombyx'e vermek istemediği kurabiyeler. Ayrıca kendisinin tasarım harikası bir kravatı var yahu.

Hanoresim, korkma, nasıl böyle bir imanı boğar?... Ehem..

Bunun dışında değinmek istediğim bir durum söz konusu; odamda bir fotokopi, bir faks makinası ve iki adet kolon mevcut. Neden diye sormayın.

Hazır neden diye sormamışken, şunun da nedenini sormayın; örgüye başladım tekrar. Lise birde başladığım atkıyı iki senede bitirdikten ve örgü macerama lise sonda veda ettikten sonra, evet, örüyorum, çılgınlar gibin hem de, kontrolden çıkmışçasına. O kadar abuk bi şey yapıyorum ki, şişlere ve yüne bakıp "hayırlısıh?!.." demekten başka bir şey elimden gelmiyor. Ayrıca aşağıda Japon Monarşisi Takinawa Kız Endüstri Meslek ve Anadolu Lisesi'nde çektirdiğim mezuniyet fotoğrafını göreceksiniz. Halbuki oradan mezun olmadım, değişim programıyla gittiydim, ama Japonya'ya gidince insana bir haller oluyor, kravatı buldu mu poz veriyor...

Japon olmayabilirim ama Japon ekolüne sonuna kadar bağlıyım... Ya da değilim.. Lan niye olayım manyak mıyım.... Kaç kaç kaç...

21 Ocak 2010 Perşembe

Bir dönerin daha sonuna gelirkene...

Hala doymadığınızı fark etmek acı olmuyor mu sayın seyirciler?

O değil son derece İzmir'deyim. Az önce Polat Alemdar mermer masayı yumruğuyla kırdı, onun şoku içerisindeyim. Hakkaten yahu, ne diyordum ben?

İstanbul'dan ayrılmadan önceki 10 günde, yurtta beraber kalmış olduğumuz iki sevgili insanı değişim programlarıyla oralara buralara yolladık. Artık iki farklı kıtada temsilciliklerimiz mevcut.

Bunlar Selin'i ABD'ye göndermeden önce vuku bulanlar:


Bunlar da Çiğdem'i Danimarka'ya göndermeden önce:


Bunun dışında Cmena ablamızı tamirden almış olmanın mutluluğu, ve 8 saatlik yolculuğun uykusuzluğuna sahibim. Tatili henüz başlamış saymıyorum, başlasın da atraksiyondan atraksiyona (ya da koltuktan koltuğa) atlayayım istiyorum. Aileme de henüz yeterince yabışamadım zaten.

Ay lav tembellik.

15 Ocak 2010 Cuma

Fin


Final döneminin finalini yaptığımız bu günde dünyanın en mutlu insanıyım desem yalan olmaz sayın seyirci. Ki, bu söz konusu mutluluk, finallerin bitmesinden öte bütün gün manyaklar gibi dolanmaktan da kaynaklanıyor olabilir, aylardır banyo bekleyen ve bana acıklı acıklı bakan filmlerle nihayet ilgilenebilmemden de...

Evet, her gün ortalama beş saat uyuduğum final haftasının sonuna gelmiştik, ben ödevimi teslim etmiş ve çılgınca kendimi Sirkeci'ye atmıştım. Aslında gönül istiyordu ki cumartesi gideyim, Haliç'teki şovların fotoğrafını çekeyim, ancak cumartesi günü gerçekleşecek olan 7pf2p provası, bütün bu istek ve arzularımı buruşturup adeta çöpe atmıştı. Her cümlenin sonu atmak fiiliyle bitiyordu, peki bu yazı nereye varacaktı?

Neyse, olay şu; asıl amacım Sirkeci'ye gitmekti, yan amaçlarımda da Sultanahmet-Mısır Çarşısı-İstanbul Modern vardı. Peki ben ne yaptım? Ana amacımdan sapmadım, ama sonra sadece Kapalı Çarşı'ya gittim. Nedenini sormayın, ben de bilmiyorum.

Buyrun, sıcak sıcak:

Agfa Silette:


Cmena (kendisi şu an tamirde):


Ve günün kahramanı, ilk kez içinden çıkan fotoğraf gördüğümüz, sevgili Mamiya:

Filmleri aldıktan sonra öğrendiğim iki şey var bu arada: 1-Agfa'ya Dia takma, takacaksan crossprocess olayına girme, kontrast adeta kontrolden çıkıyor. 2-Mamiya, ne güzzel bir makinasın sen. Mona Teyze'ye teşekkürler tekrar buradan.

"Öyle bir mutlu olmak ki kontrolden çıkmak" tam olarak anlatıyor efendim.

11 Ocak 2010 Pazartesi

Final Countdown

Her fırsatta ders çalışan mühendis arkadaşlarımın kafasına dikilip "Nabıyon? Çalışıyon mu sen? Sınavın mı var? İşte benim de sınavım falan yok biliyo musun? Hehehehe hadi bakalım..." diyen bir insanım ben. Düşünün, üç oda arkadaşım da mühendisti ve benim en büyük zevkim, salona çıkıp hohohoho efektiyle gülüp tekrar odama girmekti. Zira psikolojik danışmanlık okuyordum, ve mühendislere göre çok daha rahat bir hayatım vardı. Gerçi sabahlamamız da boldu, salağa bağlamamız da, ama sanırım onlar hep son dakikaya bırakmaktan oluyordu. Ayrıca şu gerçeği de kabul etmek zorundayız ki:



Evet, yine son dakikaya bıraktım. Bugün beşe kadar proje teslim ediyorum, sonra muhtemelen bir nefes alıp iki gün sonraki sınava çalışmaya başlıyorum-çünkü sınav için ülkemizde uygulanan bir sürü testi tüm değerleriyle ezberlemem gerekiyor. "Sorun değil ya, okuruz yea" deyip bunu geçtikten hemen sonraki güne, aynı ders için bir ödev hazırlıyor ve sınava çalışıyorum. Heleloy efektiyle bunu da geçtikten hemen sonra staj raporumu hazırlayıp vermem lazım, hatta bunun için Enka'ya gidip değerlendirme formumu almam lazım, ne ara yapacağımı bilmiyorum.

Yani, evet, rahatız, tamam, ama ulan, yaysaydınız şunu iki haftaya be. Mühendislerin ahı mı tuttu, noluyor, anlamıyorum. Hani evet, cuma günü her şey bitmiş olacak, ama ben de bitmiş olacağım be bölüm.

Hep böyle yapıyorsun.

Dipnot: Final dönemi için size şu şarkıyı hediye ediyorum ki hepimize az buçuk bir eğlence olsun.

7 Ocak 2010 Perşembe

Görkem'e övgü

(şu fotoğrafı feysbuktan indirdim. sefalete bak...)

Canım arkadaşım Görkem. Seni daha da germek üzere yazımın bu bölümünü sana ithaf ediyorum:

Bugün bu adamın doğumgünü. Hani bazı insanlarla ilgili söyleyecek şeyler arttıkça, o söylenecek şeylerin söylenebilme ihtimali düşer ya, öyle bir durum söz konusu. Nereden nasıl başlayabileceğimi bilmiyorum, nelerden bahsedebileceğimi bilmiyorum, neyi anlatabileceğimi de bilmiyorum.

Şunu söyleyebilirim; bu adam benim en yakın arkadaşım. Daha yakın bir arkadaşım olur mu, ondan da emin değilim. Şu üç buçuk yılda bana her alanda kattığı her şey bir yana, beyin yıkama çalışmaları için bile teşekkür ederim. Bazen kendisini dövmek istiyorum, ama olur öyle şeyler, biliyorum o da kafama kafama vurmak istiyor da danışman kişiliği el vermiyor, onun yerine vicdanıma oynuyor pis herif.

Sonuç olarak; iyi ki doğdun be herif. İyi ki aynı sınıftayız, iyi ki arkadaşız.

~

Aşama aşama renklendirme süreci, buyrun...

Bu da yazının ikinci bölümü, ve bir genç kızın arkadaşına yaptığı doğumgünü hediyesini anlatıyor. İşin güzel yanı, ben çok uzun zamandır bir resim için, hatta herhangi bir şey için bu kadar çok uğraşmamıştım, bu da bana her baktığımda garip bir gurur hissi veriyor.

Evet, 5 saat çizim + 6 saat renklendirme. Çizim sürecine kızılderili desenlerini araştırmak da dahil. Yani övünmemin nedeni ortaya çıkan şeyin niteliği/güzelliği değil, tamamen harcadığım zaman ve çaba, zira benim bu kadar sabırlı bir şekilde bir şeyle uğraştığım görülmedi o kadar.

Tekrar iyi ki doğdun Görkem. Yeni yaşın sana bol bol cevap getirsin, benim bunu yapmama vesile olduğun için bile teşekkür edebilirim sana sanırım.

5 Ocak 2010 Salı

Yoralei

Uzun zamandır ilk defa tam teşekküllü bir fotoğrafçı görüntüsünde seyahat ettim dün: sol omzumdaki fotoğraf çantamda makinam, kendi üç lensim ve Ece'den çorduğum ekstra bir lens, sağ omzumda tripod. Cağnım kalabalık otobüsüm 559c (ki hakkaten en sevdiğim otobüslerdendir, ama İzmir'deki 121'in yerini tutamaz) içinde minimum "sırtçantasıterörü" ile hareket etmeye çalıştım, yolcular indikçe ilerliyorum ama "aman çanta birini dürtmesin, aman tripod birine girmesin" diye canım çıktı. Yalan söylüyorum, o kadar da çıkmadı. Zaten metrobüslerin orada herkes indi, ben de gittim oturdum.

Peki nedendi?


Evet, tahmin etmeyeceğiniz üzere Yora'nın Reset dergisiyle röportajı vardı, ve ben artık menejerleri olmasam da hala onları seviyor ve fotoğraflarını çekmekten keyif alıyordum. Üstelik hem dergi için fotoğrafa ihtiyaç vardı, hem de Yora'nın hiç Ozan'lı fotoğrafı yoktu. Böylece, uzun süren bir röportaj+fotoğraf yeri arayışından sonra Beyoğlu'nde Gölge adlı dünya tatlısı bir yere oturduk.

(Şekil 1.a: oturmak)

Röportajı, çok sevdiğimiz bir sima olan Seda yaptı, hatta sonradan ortama Yiğit Bülbül Efendi de katıldı-ki kendisinin doğumgünüymüş aynı zamanda, tekrar kutlarız buradan. Emir'in röportaja katılmasıyla aniden kayda "sosyoekonomik statü" gibi kelimeler girdi, seviye öyle bir yükseldi ki ne yapacağımızı şaşırdık. Sonra kendimize geldik, fotoğraf çekimine geçtik zaten.


Yani, tabii, über fotoğraflar çıkmadı ortaya, hem ışık hem de ekipman yetersizliği nedeniyle, ama sanırım içlerinden işe yarayacak bir şeyler çıkar. Ne olursa olsun, içimdeki Yora ünlü olunca bu fotoğrafları dergilere fahiş fiyatlara satma isteği bambaşka, ama sanırım dergiler direkt gelip blogdan indirmeyi tercih edeceklerdir. Gerçi o zaman da dava açarım. HER İHTİMALDE ZENGİN OLURUM Kİ, EVET.


Geceye dair şunu söylemek istiyorum ki; muhabbet güzel bir şey. Bir de, Ece, lensin hayatımı kurtardı, haberin yok:)