21 Kasım 2010 Pazar

Turlayan insanlarız.

Bu haftaki Yöremin Türküsü, Türkümün Çınarı programımızda, siz sevgili seyircilerimiz için bir takım yollar kat ettik, bir takım gezmelerde bulunduk. Yeri geldi yöresel lezzetlere daldık, yeri geldi yöresel adetlere dadandık. Beypazarı'nın tarih kokan sokaklarında kaybolduk, Eskişehir'e bakıp "Adam yapmış lan..." dedik, Kütahya'nın çinilerini teftiş ettik, otobüs yolculuğuna, odun kokusuna doyduk.

Evet evet, sanki çok maceraperest, çok gezginmişizcesine yazıyorduk, ama bildiğiniz 43 kişilik bir tur otobüsüydük.

1-Beypazarı:

Beypazarı ilginç, hissettirdikleri ilginç. Zamanında şehir yanınca Safranbolu'nun ustaları getirtilmiş şehri tekrar inşa etsinler diye, bu yüzden evler Safranbolu ile aynı. Ama ilginçtir, şehir daha doğal, daha olduğu gibi. Ara sokaklarına girdiğinizde yazılara takılmazsanız kendinizi Yunan köylerinden birinde hissedebiliyorsunuz, binaların tarzı benzediğinden değil de, benzer bir havası olduğundan. Hatta oralarla ortak bir hissiyatı var: "Şu anda burada sabit değilsin ve seni seviyoruz. Ama buraya sabitlenirsen yaşam tarzını, alkolünü, arkadaşlıklarını kabul etmeyebiliriz. Bir haftanın sonunda seni hiç sevmeyebiliriz."

Beypazarı'ndaki gecemizi turumuzun organizasyonuyla "Bağevi'nde yemekli eğlence" gibi neşe dolu etkinliklerle geçirdik, Beypazarı gelenek göreneklerine, şarkılara türkülere boğulduk. Aşağıda göreceğiniz dedemiz mekan sahibinin babası, seksen yaşın üzerinde ve bütün gece oynadı. Resimlerde ceketi yok, ama normalde bir de ceketinde nazar boncuğu var kendisinin...


Bense kına gecesinin nazlı gelini oldum; jip verdiler, limitsiz kredi kartı verdiler, Alaçatı'da yazlık verdiler, varmadım. "Ama ben oğlumun gönlünü veriyorum sana" dedi sevgili kayınvalidem, "PARDON DAAA, O ZATEN BENİMDİİİ" diye şımarıklık, çirkeflik yaptım. Sonunda bağevini de verdiler, artık uzatmayalım diye oynadık gelin görümce.
Evet, yöresel kıyafet... Evet, çiftetelli... Evet evet, adeta bir yabancı gelin görüntüsü sergiliyorum...

Ertesi günümüzü ise "Beypazarı sokaklarında kaybolarak" geçirdik, her macerasever turist gibi. Ve her geleneksel, maceradan uzak tur insanı gibi gittik, erişte, tarhana, erik pestili falan aldık. Siz de gidin, güleryüzlü çalışan teyzeler ve pek gülmeyen, kahvede oturan amcalar görün. Bir de bol bol sarma yiyin.
Teyzeleeeeeeeer...

2-Eskişehir:

Efenim, söz konusu şehrimiz "Bakın benim ne kadar iyi bir belediye başkanım var ve sizin yok" diyen bir yapılar bütünü. Tabii ki gönül, bazı şeylerin direkt alınmasındansa birazcık daha "uyarlanmasını" beklerdi, ama kafesiyle, barıyla, parklarıyla, bahçeleriyle, güzide bir şehrimiz Eskişehir. Ayrıca aşağıda göreceksiniz ki fırsat bulduk mu poz veriyor, çılgınca eğleniyoruz...


Bunun yanında Çağdaş Cam Sanatları Müzesi şukela bir sergi. Çağdaş sanata yer yer tek kaşını kaldırarak bakan benim bile ağzımın sularını akıttı.

Sertaç Alparslan


Aslıhan Taşkent

Esin Küçükbiçmen (evet, o sinekler camdan...)

3-Kütahya:

Kütahya'ya şehir olarak herhangi bir şey hissetmesem de, en güzel yemeği orada yediğimi, en güzel müzeyi orada gezdiğimi, en güzel evi orada gördüğümü söyleyebilirim. Tirit, ne güzel şeysin sen. Ve çini desenleri, özenle yapıldığında ne kadar etkileyicidir...

Bunun yanında Avrupa Birliği'nin şehircilik ödülünü "misyoner işi" deyip kaldıran (gerçi sonra "ne yapıyoruz lan biz" deyip geri koyan) bir şehir Kütahya. Ve tarihi olarak gezdirilen, gerçekten hoş camiinde disko topu var. Disko topu lan? Şadırvanda?




Efenim, diyeceğim odur ki, gayet güzel, gayet keyifli bir geziydi. Bir sonraki yazımda "Anadolu'mun El Sanatları" konusunu ele alacağım, genciyle yaşlısıyla zanaatkarların alınterlerine değineceğim. Alınterine değinmek demişken, yazımızı şöyle alakasız bir nostaljiyle noktalayalım:



"damlağ... terliğ... terlisinn sen..."

1 yorum:

Emir Bey dedi ki...

en müthiş yazılardan biri güle oynaya okundu, alın teri nostaljisi ise iğrenç