27 Kasım 2008 Perşembe

Lubitel ulan!

Aslında bu yazının başlığı daha farklı olabilirdi, ana konu Lubitel mi bilmiyorum zira.


Sol tarafta gördüğünüz Akif Bey, bugün beni arayıp akşam fotoğraf tarayacağını, benim de karanlık odayı kullanmak isteyip istemediğimi sordu. Burada iki nokta var; birincisi, ilk orta format filmimi banyo ettirdiğimde yaşadığım abukluklar nedeniyle (adamın fotoğraflarımı kayda değer bulup basmaması, sonra benim o filmi kaybetmem, vs vs) kendi filmimi kendim banyo etmeye karar vermem ve bunun üzerine Fotoğrafçılık Kulübü'nün karanlık oda dersine katılmam. İkincisi ise, karanlık oda derslerinin sadece birine katıldığımdan dolayı aslında karanlık odayı kullanma iznimin olmaması:)

Neyse ki Akif Fotoğraf Kulübü'nün "kıdemli" üyelerindendi, ve karanlık oda anahtarı vardı kendisinin. Uzun bir kararsızlık sürecinden sonra (zira kendisi beni on birde aradı sonra, hadi ben kulübe gidiyorum, gelecek misin diye) pijamalarımın üzerine geçirdiğim montumla ve sevgili orwo siyah beyaz filmimle odadan çıktım.

Hatırlamadığım çok ayrıntı vardı aslen, örneğin filmi makaraya sarana kadar baya debelendim karanlıkta, kimyasalların miktar ve süreleriyle ilgili de soru işaretleri vardı. Ayrıca ben 35 mmlik filmi banyo etmeyi öğrenmiştim, ama orta formatta bir şey değişiyor muydu bilmiyordum.



Denemedir, yanılmadır, internetten araştırmacadır, biraz hatadır, falandır filandır- ama sonunda elimde kendi banyo ettiğim bir film vardı! Yakmaktan yahut bir hata yapmış olmaktan ölesiye korkan ben, elimde filmi görünce o kadar mutlu oldum ki, fotoğrafları düzgün çekip çekmemem, netlemeler, tonlar falan umrumda bile değildi.


Ha, evet, netleyememişim. Normal dijital makinada bile netlik problemi yaşayan bir insan olarak elbet Lubitel'de netlik problemi yaşamam kaçınılmazdı, hala da netleyemiyorum, acı çekiyorum-evet, dün gece baya bir çalıştım üzerine, olmuyor, olamıyor. Ek olarak, makinayı tamire, temizliğe falan götürmediğim için, kendisinin içinde çok cici tozlar, ipler, garip garip şeyler var. Filmim de bayat. Ama ben şikayetçi değilim, zira 1910larda hayatın nasıl olduğunu görüyoruz fotoğraflarda, o da güzel bir şey:)


Sonuç: Elimde 9 adet yarı net fotoğraf var. Netlemeyi öğrenmem lazım, yahut Agfamda olduğu gibi tahmini netleme olayına girmem lazım - ki onun da filmi çıkacak çok yakında. (Evet, Agfamın filmi çıkacak, başrolü Charlize Theron ve George Clooney ile paylaşıyor, bir fotoğraf makinasının dramı) (Özür dilerim, bunu yapmak zorundaydım).

Ve son olarak; şu an çayımı içerken ve fotoğraflara bakarken, ne kadar başarısız çıkmış olurlarsa olsunlar, keyifli ve mutluyum. Ellerim kaç kere yıkamama rağmen hala kimyasal kokuyor ve bu bile bir mutluluk kaynağı.

Akif'e çok çok teşekkürler.

24 Kasım 2008 Pazartesi

Can sıkıntısı, kedi mırıltısı


Açıklama: Muhtemelen Ed325. Muhtemelen ikinci ders, muhtemelen uykumuz var. Görkem Bey'le bir araya geldiğimizde 80% olduğu gibi yine zekamız düşmüş.
Okuyamayanlar için temiz temiz buraya da yazayım:

"Ethem Makaseller": Kasabaya dehşet salan bir makas fetişisti
"Ethem Makasyalar": Sapık geri döndü
"Ethem Makasatar": Trafikte de... Her yerde...
"Ethem Makasalır": Yanaklarınız ilk defa bu kadar korumasız...
"Ethem Makassatar": Artık kimse onu durduramaz...
"Ethem Biçerdöver": Aşık bir koca, masum bir terzi... Ama geçmişi onu rahat bırakacak mı?

23 Kasım 2008 Pazar

Bir haftasonunun daha sonuna gelirkene...

-Ki benim için haftasonu perşembe-cuma-cumartesi anlamına gelmekte artık, cuma-cumartesi-pazar yerine. Cuma da boş olduğu için ve genelde boş günde boş işlerle uğraşıldığı için pazar günü uzun bir vicdan rahatlatma seansına dönüşüyor. Gerçi dönüşemiyor, ama dönüşecek, zira bugün ders çalışmak için study adı verilen yere gideceğim. Ay lav kuzey stadi.

Haftasonuna döndüğümüzde ise önce "konser nasıl geçti?" sorusuna cevap vermek istiyorum; ilginç. Yani ilginçliği şu, neden bilmem, sanırım çok kalabalık olmadığı için, grupça tedirgindik, acele acele çaldık şarkıları falan... Benim açımdan ise konserin ortasında sesimin tizlerinin patlaması (nası yani) neşe dolu oldu, tamam, zaten boğazım ağrıyordu az buçuk, ama daha önce de ağrımışlığı var, niye kısılıyor ki... Ya da kısılacaksa baştan kısılsın heh. Neyse ki ağır bir yenilgi almadan indik sahneden, Ergin, Selçuk, Civan ve ben kendimizi böreğe ve zırvalamaya verdik.

Cuma günü IAF'ın açılışı vardı, ancak önceden verilmiş başka sözler nedeniyle gitmedim, ve güneyde Akif Beyle Ece Dorsay'ın fotoğraflarını çektik. Aslında Cuma günü çekilmeyecekti fotoğraflar, sadece konuşacaktık, ama makinalarımız yanımızdaydı, hazır yanımızdayken birkaç bir şey yakalayalım dedik, sonrası için de ev çekimi gibi kararlar aldık, çekinmedik. Sağ tarafta gördüğünüz hanımkızımız da Ece, buyrun...


Bunun yanında bir de akşam için davetiyeli mavetiyeli Blues Festivali organizasyonumuz vardı Dünyacan Bey ile, ama davetiyeler yalan oldu. Gitsek-gitmesek-lan gitmek lazım-gitsek ya-gitmesek mi gibi ikilemler sonunda son dakikada karar verip çıktık. (Şu noktada Remzi'ye küfür etmek istiyorum, zira kendisinin bana söylediği şeyler sırayla; "E niye söylemedin müzik kulübüne baya bi davetiye gelmişti, biz davetli giriyoruz", ve "fotoğraf makinan yanında mı?") Müzik kulübüne birazcık entegre olduktan sonra bulüz festivaline girdik, biralarımızı içtik, bol bol insan gördük, konser izledik... Otobüste muhabbet ederken uyuya mı kaldık, bi şey oldu ve birden kesildi muhabbet ve bu yüzden hala Remzi'ye ayıp olduğunu düşünüyorum, ama güzeldi:)

Dün ise sevgili Ece Hanım ile beraber IAF'a gittik çalışmaya-ki mutlaka gidin gösterimlere, hakkaten çok güzel filmler var. Sonra Ece Hanım Adana'ya gitti, ben de bilet kestim, ne yapayım. Yorgun bir insan olarak döndüm eve, oyalandım, yattım uyudum...

Not: Sağdaki über karanlık zavallı resimde Erdam Taylan'ı, AROG'un animasyonlarını anlatırken görmektesiniz.

19 Kasım 2008 Çarşamba

7pf2p -20 Kasım 2008, Studio Live


(Everything under the sun is in tune but the sun is eclipsed by the moon...)

17 Kasım 2008 Pazartesi

O kadar da bot giymiştim yahu...

Evet, meteorolojiden aldığımız haberlere göre hazırlanıp, "uuu yağmur mu yağacakmış" deyip, bot giymiş bulunduk bugün. Yağmadı, sağlık oldu. Ayrıca Ed373'e son kez "şık" gittim, zira nihayet sunumumumumumuz bitti. Kendimi studye attım, ama tabii ki İslam'ın eğitime etkisini okumak istemiyordum o anda, daha çok odaya dönüp uyumak istiyordum, gerçi hala istiyorum uyumayı. Sonra taşoda, sonra oda.

Hani şu cuma-cumartesi yaptıklarıma dair elimde kanıt olsa keşke, fotoğraf yani. Ama ne Bostancı'daki vergi dairesinden, ne zavallı Agfa Silette'le yaşadığım Sirkeci macerasından (yarın kavuşuyorum tekrar kendisine, olley), ne 7pf provasından, ne de Simit Sarayı'ndan fotoğraflar var elimde. Öyle ki, sabahlayayım da ödev yapayım deyip de, sıkıntıdan ödev yerine beste yaptığım bir gece bile var, ama fotoğraflar namevcut. Gerçi çok da lazım değil, zira ne yapacaksınız benim simit yerken ya da şarkı söylerken fotoğrafımı, ama vergi dairesindeki memurlar sevimliydi, keşke çekebilmiş olsaydım onları.

Ha, onun yerine ne var, pazar günü var. Hatırlarsanız birkaç yazı önce sevgili arkadaşım Meneviş'ten bahseylemiş idim. Kendisi benim ilkokuldan arkadaşım olur, ki şu hayatımdaki en yerini belirlemiş, en kalıcı dostumdur diyebilirim. Yani demem o ki (lan ikinci kez kullanıyorum bu kalıbı, sanırım ölebilirim mutluluktan) çok sık görüşmesek de, hatta tamamen ayrı yollarda seyreylesek de birbirimizin her zaman var olduğunu, birbirimiz için koşacağını biliriz. Dünya tatlısı hatundur Meneviş Hatun, ve bu dünya tatlısı hatunla nihayet bir buluşma planladık bu hafta, ve hatta planlamakla da kalmayıp gerçekleştirdik:)

Efenim söz konusu plan için sabahın sekiz buçuğunda kalkıp Taksim'e gittim-ki bilirsiniz, pazar günleri ondan önce kalkanı genelde dayak bekler. Beni ise otobüste Zafer, Neslihan, Onur ve Çiğdem bekliyordu, onlar da Fransız Kültür'e gitmekteymiş, hoş oldu. Taksim'de Onur'un deyimiyle "okul gezisine çıkmış liseliler gibi" fotoğraf çekildikten sonra hedeflerimize dağıldık, benim açımdan bakarsak yaklaşık bir saat süren bir ev arayışının başlangıcıydı bu dağılma. Evet, bazen zeka seviyem düşük. Bazen ama. Kimi zaman.

Neyse, bu zorlu serüvenden sonra, nihayet Ihlamur Palas bulundu, yine zorlu bir serüvenden sonra zile basıldı:) Deniz Hanım ve Aytaç Bey inanılmaz bir sofra hazırladılar bize-yurtta kalan bir öğrenci olarak boynumu büküp duygu sömürüsü yaptım ben de bol bol. Daha çok beslediler, kıyamadılar. O kadar beslediler ki, bu kadar sağlıklı beslenmeyi bünye kaldırmaz dedik ve öğle yemeğinde donut yedik. Bu arada Meneviş'i ne özlemişim yahu.


Bu arada ne bu Meneviş manyaklığı, kaç bin tane fotoğrafını çektin kızın derseniz, evet, biraz boku çıktı afedersiniz:) Ama diyebilirim ki kendisi gerçekten çok iyi bir model, ve ben de modeli bulmuşken çekeyim dedim, hem çok da eğlendik yahu. Ayrıca şunu da söylemek istiyorum ki; bu insan güzel bir insan ve güzel insan fotoğrafı iyidir. Rica ediyorum mutlu olunuz bundan.




Neyse, abur cuburumuzu yedik, dedikodumuzu yaptıktan sonra Cevahir'e yollandık, kendisi sinemaya girdi, ben de alışveriş yapma amaçlı gezindim. (Buradan Lush'la da aramda, tıpkı Jamie Cullum'la olduğu gibi bir aşk-nefret ilişkisi olduğunu duyurmak isterim. Ay lav yu Lush, ama göçerttin beni.) Sonra sonra odama döndüm ve über yatağıma kavuştum, uyudum saatlerce ve ve yetmedi o uyku...

Son olarak şunu da söylemek istiyorum:

İyi ki doğdun Sena:)

15 Kasım 2008 Cumartesi

Akıl fikir...

  • Önce bana! Önce bana!:)
  • Sonra eğitim fakültesindeki kızlar tuvaletinde, kapılardan birine "0532 **** ** **, bu numarayı arayın kızlar, ama sex için" gibi bir şeyler zırvalayan insana. Yahu şakacı mısın, dallama mısın anlamadım, ama her tuvate gidişimde bir eğleniyorum sayende. Henüz psikolojini çözemedim...
  • Akabinde, yukarıda bahsettiğim, kurşun kalemle yazılmış cümledeki "sex" kelimesini silen sivri zekaya... Hayır, amaç ne. Şimdi sen onu silince ortaya bir espiri çıkmadı, ya da sansür kurulu musun, amaç ne? Çok mu uzundu işin tuvalette, çok mu canın sıkıldı, nedir?
  • Alt katta, odanın içinde topuklu ayakkabılarla gezenlere... Tamam yahu, ben de çok mantıklı bir saatte uyumuyordum, ama çat çut çat çut, ve insan neden odada topuklu ayakkabıyla gezer? Gerçi tamam, gezebilir, ama ne bileyim. Sanırım sadece uyuyamadığım için. Olsun, fazla akıl fikir göz çıkarmaz, sakıncası yok...
  • Uçaksavar sitesinde olur olmaz gün ve saatlerde yapılan tadilat ve yol çalışmalarını planlayanlara...
  • Bize travmatik anlar yaşatan tüm taksicilere-Taha'ya teşekkürler... Yahu tamam, psikolojik bir şeyler okuyoruz ama cılkını çıkarmanın da anlamı nedir abiler ve amcalar? Evet, şimdi bir şekilde muhabbeti oluyor ve eğleniyoruz, hatta yeri geliyor, taksi anılarımızla çeşitli ortamlarda primlerden primlere koşuyoruz, ama ne travmalar yaşıyoruz haberiniz var mı sizin?
  • Havalar soğudukça biraların -ve diğer soğuk içeceklerin- yeterince soğuk olmamasını sağlayan herkese...
  • Ve tüm sevenlerime gelsin:)

13 Kasım 2008 Perşembe

Emir demiri keser

Gibi iğrenç bir espiriyle başlayabilirim sevgili yazıma. Evet, bugün Emir Bey diye tanıdığımız, bildiğimiz, sevdiğimiz arkadaşımız Emir'in konseri vardı CafeBu'da-ki beni çağıran o olduğu için birincil olarak onun ismi geçse de, yine çok sevdiğimiz Mete Bey de bu konsere dahildi. Bu arada bir önceki cümleye bakıyorum da, Emir Bey'e Emir demek çok tuhaf oldu yahu, bir garip hissettim. Bir daha yapmayacağım sanırsam...


Gecenin sonu aslen bu fotoğraflar bütünü, Simit Sarayı hatta...


Konserlere tek başıma gitmek genelde çok sorun yaratmasa da, bu konserde yalnız kalmadığım için mutluydum, Edanur ve Esra Hanımlar sağolsunlar. İlerleyen saatlerde bu birleşimin çok hayırlı olmadığı, gitgide herkesin birbirinin enerjisini çektiği ve cümleten bunalıma sürüklendiğimizi fark ettik, ama olsun. Bu arada tabii biz muhabbet eylerken zavallı Emir ve Mete Beyler ses sistemiyle boğuşmaktaydı. Daha önce CafeBu'da çıkmış ve çıkan insan seyretmiş bir birey olarak ses sisteminden benim beklentim zaten düşüktü, ancak çok normal olarak gençler gerildi, sinirler bozuldu, iki gitar-iki vokal olayı hayal oldu...

Ses sistemi, uğraştırmasına rağmen, konser boyunca aslında bir iki feedback dışında pek ihanet etmedi. Gitarlar da vokaller de oldukça temiz gelmekteydi, tabii bu bizim masanın yanında bir kolon bulunmasından da kaynaklanıyor olabilir. Çok uzatmamak gerekirse, Mete uzun saçları ve slow rock parçalarıyla gönlümüze taht kurdu, Emir Bey'i ise grubu dışında, sadece gitarla ilk kez dinledik ve çok etkilendik. Yani demem odur ki (bu kalıbı sanırım ilk kez kullanıyorum yahu, pek mutluyum, ahah), Emir Bey bulan bulduğu yerde dinlemelidir, lazımdır. Ayrıca elimdeki fotolar çok güzel olmasa da-ve Emir Bey bu gecenin fotoğraflarıyla bir yere varamayacak olsa da- ben yayınlıyorum gayet, ehihih:)



Ek notlar:
  • Odamda yanmayan, daha doğrusu yandıktan bir süre sonra yanmaktan vazgeçen bir tütsü var. Evet, üşengeçlikten değiştirmiyorum tütsüyü ve üç haftadır falan duruyor sanırım. İki saniye yanıp sönüyor, çok eğleniyorum. Buradan kendisine seslenmek isterdim, ama son bir çabayla bitirdim kendisini, dolayısıyla bir anlamı kalmadı...
  • Ama buradan Jamie Cullum'a seslenebilirim, küfretmek istiyorum sana. Dünya tatlısı bir adam, asla ulaşılamayacak bir adam, bir de çok güzel stüdyosu var. Küfür konusunda güzel stüdyosu olması ağır basıyor, ama ayakkabılarını anlatırken kullandığı tamlamalar da diğer iki etkene destek oluşturuyor ve onları güçlendiriyor. "Jamie, bunu okuyosan dopsun olm..."
  • Dance Dance Dance ne güzel şarkıdır... Steve Miller Band'in olan. "i don't know/but i've been told/if you keep on dancing/you'll never grow old" diyor amcalar, örnek olarak da büyük annelerini, dedelerini veriyorlar. Ne güzel insanlar...
  • Yahu yine kayıt yaptık. Kayda doymuyoruz. Bir de aynı şarkıyı üstelik, hani aynı şeyi o kadar çok dinleyip çaldık ki iki taşodadır, şarkı pek bir oturdu, ama içimiz bayıldı. Gerçi Selçuk'a buradan teşekkürlerimi sunuyorum, çok güzel olmuş şarkı, bizim şarkımız ya, her şeyi bizim ya, dinlemeye doyamıyorum yahu... Mutluluk mutluluk...
  • İlk dönem de hızla geçip gidiyor, hadi hayırlısı...

11 Kasım 2008 Salı

Konuya uygun başlık bulamama durumu...

Olay: Ed373 sunumu. Herkesin korkuyla karışık nefretle andığı, önceki senelerde insanları tahta önünde ağlatan bir hoca. İlk sunum bizim grubun, en sorumsuz da benim. En uzun konu bana verilmiş ama yeni bir şey anlatmıyorum pek, kolay bir konu, kısa kesmek adına muallakta kalan paragrafları da kesmişim, sunum kuşa dönmüş. Hocanın onaylamayacağı her şey kırpılmış. Üstelik diğer arkadaşların konularına da tam çalışamamışım. Bu arada sunumu yapan diğer arkadaşlar konuya hakim, çalışmış, hatta bir tanesi kitap dışında ciddi araştırma okumuş falan. Ben girişi yaptığım için kurtarırım, sunum sağlam zaten diyorum içimden.

Durum: Neden bilmiyorum, gerçekten bilmiyorum, hoca beni seviyor. Eskiden nefret ettiğini düşünüyorduk, ama şu an bildiğin iltimas geçiyor bana. Sunumumu çok beğeniyor, kitap dışı eklediklerime katkıda bulunuyor, kitaptan anlatmadıklarımı sormuyor bile. Bu arada sınıftan beni değerlendirmesini istiyor, objektif değerlendiremeyenleri azarlıyor, ki sorduğu ve azarladığı insanlardan biri de Görkem. Çok samimi olmasam da az çok sevdiğim bir kız sırf "ilk sunumu, heyecanlanmış olabilir" dediği için fırçalanıyor. Kendimi değerlendirmek istiyorum, biraz da hoca bilsin ki farkındayım yaptığım yanlışların diye, hoca bunu çok iyi bir içgörü olarak tanımlıyor ve takdir ediyor. Birdenbire kendimi hocanın gözünde ve sınıfta abes bir pozisyonda buluyorum.

Eee, ne var bunda?: Benden sonra sunum yapan Erman, konusuna daha iyi çalıştığı, daha hakim olduğu halde sırf bazı şeyleri fark etmediği için hocanın gazabına uğruyor. Evet, Erman kitabı olduğu gibi anlatıyor, kattığı yorumların da Güzver Hoca'nın hoşuna gideceğini düşünüyor, ama olmuyor. Hoca Erman'ı yerin dibine sokuyor, benim tesadüfen verdiğim doğru cevapları ve hatta veremeyip "hocam şu an aklıma gelmiyor" dediklerimi bile yüceltiyor. Öyle olmadığım halde ben birden grubun en çalışan ve konuya en hakim öğrencisi izlenimine kavuşuyorum. Bu beni inanılmaz rahatsız ediyor.

Niye?!: Çünkü doğru değil ulan. Zaten topluluk içinde övülmekten hoşlanan bir insan değilim, hatta birebir övgüden de rahatsız olurum, üstelik burada hak etmediğim bir övgü var. Daha da kötüsü, bana övgünün geri kalanlara yergi sağlaması söz konusu, iğrenç. "Hocam" diyorum, "gerçekten, emin olun Erman benden daha hakim konuya" diyorum, "benim 38 yıllık öğretim hayatım var, bunu görebilirim herhalde, Erman 'F'lik çocuk" diyor. Üstelik daha konusunu anlatmadığı halde Ömer'e de bok atıyor. Ne yapacağımı, ne diyeceğimi şaşırıyorum.

Sonuç: Sınıfta adım derste işlediğimiz ve eleştirdiğimiz, Darwin'in "en iyi adapte olan hayatta kalır" felsefesine gönderme yapılarak "fittest"a çıkıyor. Bir kısım insan benim hocaya yalakalık yaptığımı düşünüyor-ki söz konusu kısımı takmıyor olsam da bu beni üzüyor. Düşünüyorum, yapıyor muyum diye, ama yapmıyor olmam lazım. Ne olacak, önümüzdeki günler ne gösterecek, hiç bilmiyorum. Buradan hocadan azar yemiş olan tüm arkadaşlarımdan özür diliyorum.

Başka?: Karanlık odaya girdim bugün, nasıl film banyo edildiğini öğrendim, mutluyum:) Gerçi renkli filmleri banyo edemiyormuşuz, bu da renkli filmleri Sirkeci'ye götüreceğim anlamına gelmekte, ama olsun. Şu dakika ise htr çalışmak amacıyla studye gitmem gerekmekte, ama çılgınca üşeniyorum. Bir yandan da neden bilmem, Vera dinliyorum, şarkıları seviyorum, ama Sadece'de wah pedallı bastan şarkının geri kalanına geçiş hala dürtüyor beni. Meneviş'le buluşacaktık, ama iptal oldu, bir ara bir şekilde buluşulacak yine. Heheh, bir de haaaala ismini belirleyememiş grubumuzla kayıt yaptık dün, neş'e doluyuz, hihoh, benim hayatım da bu kadar işte.

Resimsiz bitirmemek ve kendisini sevgiyle anmak adına, buyrun, ciğerim Meno ve ben, gayet de Cumhuriyet Meyhanesi hatta:

8 Kasım 2008 Cumartesi

Planters.


Önce günün planını söyleyeyim; bir gece önceden sunuyu bitirme, ertesi sabah erkenden kalkıp Tüyap'a gitme, sonrasında Taksim, artık ne olursa...

Sonra bugün olanı söyleyeyim; bir gece önce şiddetli baş ağrısı üzerine uyuma, ertesi sabah erkenden kalkıp sunuyu bitirme, Sena ve Ece ile Taksim'e geçme, TÜYAP kuyruğunu görüp gitmekten vazgeçme...

Zafer'i de alıp Cihangir'e inme, bununla yetinmeyip, e madem indik bari çıkmayalım deyip Tophane'ye inme, madem Tophane'ye indik deyip İstanbul Modern'e girme, Taksim'e dair planların bozulması, İzmir'deki kuzenin İstanbul'da olması, bir şişe Archers ile erken erken eve dönme...

Hani, evet, kafam bozuk ama az eğlenmedim yahu bugün:) Teşekkür ederim, yurt arkadaşlarım Sena, Ece, Zafer ve hatta Çiğdem'e, ve kuzenim Berk ile sevgilisine.

6 Kasım 2008 Perşembe

Bulutlu hava iyidir.

Bu yazıya, henüz ismi bilinmeyen beste grubumuzun bateristi Ergin'in lafıyla başlamak istiyorum; "Neüüüeee, kim kime yazmııııığğğş?!". Başladım. Biraz kassak albüm çıkaracağız, önce bunu söyleyeyim, nasıl beste biriktirdiysek şu güne kadar. Benim eski bestelere de baktık, yahu sakin sakin söylediğim şarkılardı, elime elektro gitarı alınca birden grunge oldular, jın jın jın çaldıkça gaza geldik, ben mikrofona bağırıyorum, Ergin altoya abanıyor falan. Deniz bir şey yapamıyor o esnada, sınavda çünkü, o soru çözüyor-lan inşallah iyi geçmiştir. Sonuç olarak, bizim için iki hafta içinde alabileceğimiz basit bir kayıt, ve buna ek olarak sizin için de msnde tarafımdan "hüeaa bak bu bizim yeni kayıt haeaa beste höeeaa" şeklinde kilitlenmeniz ön görülüyor. Ay lav ye.

Dün iki haftadır Galip Hoca'nın dersinin iptal olmasının hüznüyle Emir Bey ile Taksim'e aktık. Dorm önünde beni beklerken çok hüzünbazdı halbuki ama bu resminde daha bir sinirli, neden bilmem. Yolda "derstehepportreçizençocuk" adlı arkadaşımızı gördük, zorla selam verdirdik bize, sonra kitledik kendisini. Hüzün çok acaip bi şey. Galip Tekin'i de aramadık yahu aramak lazım. Neyse, Taksim'e uçtuk, dedik bir çay bir kahve içelim, içtik de nitekim. Türk popunun gidişatını irdeledik, Türk rokunun (kehkeh) gidişatına da bir göz kırptık. Çok uzun oturamadık, nitekim benim IAF'a gitmem lazım idi, ancak yandaki kiliseyi gezememek içime oturdu yahu, tadilat da neymiş. Ek olarak, demek istiyorum ki çifte pusu kuruldu, yetişin halil vuruldu (daranam daranaranaram)...

Şu blogu yazarken bana bakan Emir Bey'in fotoğrafını bir yana bırakarak IAF üzerinden devam ediyorum. Gerçi fotoğraf çekecektim orada da, ama unuttum, ya da vakit olmadı. Çin büfe sağolsun, güzel yemekler yedik, yine animasyonları ve altyazılarını arşivledim, yine animasyonlardan karelere baktım, mutlu oldum... Arşivleme olayını bitirdiğimi sanıyorduk ki meğer bitmemiş, sağlık olsun dedik, sonra hallederiz dedik, çıktık ofisten, Taksim'e, otobüs durağına yöneldik...

Burada bir açıklama yapayım. Lise hayatımda çok önemli yer kaplayan birkaç arkadaşım vardır benim, yani herkesin vardır böyle sayıca az insanı çevresinde. Pelin, Selin, Bahar, sınıf arkadaşlarımdı, her anımı onlarla geçiriyordum zaten ve zamanın 80%i sadece gülmekten ibaretti. Orhan vardı, okuldaki bilimum müzik işini beraber yapardık, aynı zamanda iyi dostumdu. Büyük sınıflardan vardı, ama onlar zaten mezun oldukları için okul hayatımda çok yer almadılar, Ayhan'ı sayabilirim onlar arasından da bir tek. Ve bütün bunlara ek olarak her sabah ve akşam, okula beraber gidip geldiğim Oğulcan vardı, en büyük sırdaşım, hani kimseye anlatmadıklarımızı birbirimize anlatırdık, zaten sanırım bunu rol bellediğimiz için birbirimizle ilgili anlatacak çok şeyimiz de yoktu, yani über bir vakit geçirme söz konusu değildi. Sadece konuşurduk, dalga geçerdik, gülerdik, anlatırdık, bıdır bıdır bıdır.

Şimdi ben genel olarak vefasız bir insanım, bu kötü bir şey, buna ek olarak bu vefasızlığın nedeni sanırım arkadaşı ait olduğu zamanda bırakıp gitmekten kaynaklanıyor. Yani, bu olayda örnek vermek gerekirse, "Oğulcan lisedeyken arkadaşımdı, hala arkadaşım, ama liseye ait bir anı ve orada kalsın." gibi. Demiştim ya, yürüyüp gidiyorsun ve arkandan her şeyi dağıtıyorlar, dolayısıyla bir şekilde geri dönebilsen bile hiçbir şey bulamayacaksın-ahanda o hesap. Lisedeki insanı lisedeki anılarıyla hatırlamak gibi bir tercihim var sanırım, ama bu vefasızlığımı açıklamaz.

Sonuç; ben Oğulcan gördüm! Ulan, böyle bir mutluluk olamaz. Hadi bir şeyler içelim deyip kendimizi Küçük Beyoğlu'na attık, yine anlattık da anlattık, yine güldük, ben çok konuştuğumu hissedip sustum, o anlattı, sonra o çok konuştum deyip sustu ben anlattım... Tuhaf, lisedeki halimizden çok uzak bir şey vardı masada, vefasızlık nedeni olan işte, ama çok da umrumda değildi o an. Canım ulen. Özlemişim.

Her şeyin aynı şekilde kalmayacağını, ama her şeyin aynı şekilde değişim gösterdiğini, ve bunun gibi bir sürü gereksiz, klişe ama karizmatik cümleyi kendime kabul ettirebilmem lazım.



Not: Evet, pembe sevmeyen bir insan olarak neden inatla pembe şablon kullandığımı sorguladım ve temayı değiştirdim. Evet, eskisi kadar neşeli değil, ama neşeli olanlar çok göz yorucu, güzel olanlar da çok neşesiz olduğu için en ara yol bu gibiydi. Bana şablon bulun lan kısaca. Böyle de kalabilir gerçi ama olsun...

2 Kasım 2008 Pazar

Life's no good without a good scare!

Bir cadılar bayramını daha kazasız belasız atlatmışken (ha?), ilk defa cadılar bayramı kutlamış olduğumu belirtmek isterim. Gerçi ben kutlamadım, kutlayanlara katıldım, "oo yaşasın cadılar bayramı", yahut "kutlarım abi, cadılar bayramıymış..." gibi bir durum olmadı. Sadece kıyafet değiştirdim, bir de cadılar bayramı şerefine sevgili bası gitarımı (nihayet) entonasyon mentonasyon için Tünel'e götürdüm. Götürdük; Deniz, Uygar, Ozan ve ben.

Bir gün öncesinden Deniz Hanım beni aradı ve dedi ki "Yarın bir çılgınlık edip sabah buluşsak, gitarları götürsek?". Heyecanla kabul ettim kendisini, akşam giyeceklerimi ve fotoğraf makinemi de alıp sabahın köründe çıktım yola, yolda Ergin'den basımı da aldım ve on buçukta Tünel'de Deniz ve ergenlik dönemini fazla normal geçiren kardeşi Ozan'la buluştum. Gerçi bakmayın, burada ablasından utanan, asi bir görünüm sergilemiş, ama aslen normal. Twin kick pedalı var, Death tişörtü var ama normal yahu. Pek de datlı, ablası kadar olmasın...

Neyse, aldık simitlerimizi, Asmalımescit'e oturduk, Uygar Bey'i bekler olduk. Bu arada "henüz ismi bilinmeyen ama en azından olası isimleri ikiye indiren grup" için Ozan'ın yazdığı şiirlerin söz olarak kullanılması gündeme geldi. Ozan için sakıncası yok tabii, ama bir baterist olarak olası grup kurulumlarında kendisinin o sözlere ihtiyacı olabilir diye düşüncelere girdim. Gerçi kesin metal grubu kurar o. Buyrun bu da beklenti anlarımızdan bir "sabah sabah Asmalımescit" fotoğrafı.




Sonunda Uygar Beyler de geldi, biraz daha oturup, dördüncü çaylarımızı içip Tünel'e yollandık, gitarlarımızı bıraktık. Taze meyvesularımızı içtik, onlar geri döndü, bense akşam için gerekli aksesuar bulmak amacıyla dolaşmaya devam ettim. Dedemin de eniştemin de pipo koleksiyonları olduğu için az çok pipodan anlayan bir insandım, o yüzden dünyanın en dandik pipolarını gördükçe sinirlendim, sonra bir antikacıdan ucuza adam gibi bir pipo buldum, mutlu oldum. Oyalana oyalana Kadıköy'e doğru ilerledim; ki bu ilerleme yollarında Tünel ve Vapur da var. Emre Abi'yle buluşuldu, Erdal Bey ile buluşuldu-ki kendisi, yazık, nöbetten gelmişti, yazıktı günahtı. Sonra bu Nilipek, konseri için Taksim' e geri geçti...



Konser/parti hakkında konuşmak istemiyorum, ancak bu fotoğrafı koymam lazım. Aslında bu fotoğrafı kesecektim, Uluç'la kendimi koyacaktım, zira az çok kostümlü olan bizdik. Sonra Alpcan'ın bize bakışını ve Buket'in mayışıklığını da görünce fotoğrafta, kesmemeye karar verdim. İşte halloween böyle bir şey.

Dün de popcore ile son konserimi verdim, hayırlısı...