26 Kasım 2010 Cuma

Bilenler bilmeyenlere anlatsın

Yaptığım besteleri kaydedememekten, kaydetsem de belli, standart ve temiz bir ses kalitesine ulaşamamaktan muzdaribim her zaman. Yaptığım besteler deyince de sanki 400 bestem varmış da bir köşede çürüyormuş izlenimi yaratabilir, NİTEKİM ÖYLEDİR DE. Yok yok değil, iki üç tane. Valla.

Neyse, bilmem hatırlar mısınız, yazın ortasında Sayın Büyükbeşe ile bir takım kayıtlar yapmış idik. Çeşitli yoğunluklar nedeniyle yalnız ve boynu bükük olan kayıtlar aylar sonra ortaya çıktı. Bir depoda, duvara yaslanmış şekilde bulunan kayıtlar, Kültür Bakanlığı tarafından incelemeye alındı ve gerekli düzenlemelerin yapılması için tekrar Uluç Büyükbeşe görevlendirildi.

Teknolojinin nimeti işte, eskiden böyle miydi? Biz Bee Gees plağı almak için Almanya'dan amcamızın gelmesini beklerdik o zaman. Şimdi elini sallasan kayda çarpıyor.




Söz-müzik: Nil İpek Hülagü, gitarlar ve bilimum enstrümanlar ve düzenlemeler: Uluç Büyükbeşe

Ve hatta sözlerini de yazayım ki, yarın öbür gün tesadüfen bir yerde çalarsa, şarkıyı bilmeyenler arasında "aa ben bu şarkıyı biliyorum" karizması yapın, ezbere söyleyin.

İzlerken seni çok güldüm, ama sinirden mi bilmem,
Sonuçlara vardım, deney gibi, ama işe yarar mı bilmem,
Belki sessizlik en güzeli, ama herkes susar mı bilmem,
Bir şişe rafta durur, beni bekler, bu gece biter mi bilmem.

Işıklar yanar, ışıklar söner, gözler kapanır mı bilmem
Rüyalarda ağlayan insanlar nasıl uyanır bilmem
Güneş doğar, güneş batar, bir gün ne kadar hızlı geçer bilmem
Bir fotoğraf o anın ne kadarını saklar, bilmem..

Her gün yeni bir şey gördüm, ama hatırlar mıyım bilmem,
Tutarsız hep olan olaylar, ama ben kendimi bilmem.
Belki sessizlik en güzeli, ama herkes susar mı bilmem,
Bir şişe rafta durur, beni bekler, bu gece biter mi bilmem.

Gördüğünüz üzere zerre fikrim yok..

25 Kasım 2010 Perşembe

Anadolu el sanatları ve alnımızın akı, elimizin kiri...

Evet bir Yöremin Türküsü, Türkümün Çınarı programında daha birlikteyiz. Önceki programda da belirtmiş olduğum üzere, bu hafta sevgili Anadolu topraklarının, güleryüzlü ve misafirperver ellerinde alın teri ile yoğrulmuş nefis el san'atlarına değineceğiz.

Tabii gönül isterdi ki işin içinde bir "keşif" olsun, "Vay anasını, burada bunu mu yapıyorlarmış, hey gidi..." diyelim, ama gördüklerimiz gezdiğimiz rotada bize gösterilenlerden ibaret. Hani bir nebze keşif duygusu veren tek şey, herkes alışverişteyken atölyedeki adamları rahatsız etmek, onların fotoğraflarını çekmek ve onlara ne yaptıklarını anlattırmak. Yani aslında biraz sinir bozucu bir konumdayız, göreceğiniz üzere...

1-Telkari:

Beypazarı'nda sabahtan bizi gümüş dükkanına götürdüler, Beypazarı'nın telkarisi meşhurmuş, zamanında Mardinli ustalardan öğrenmişler hatta işi.

Bu da süslü gümüşçü kedisi...

Şimdi telkari dediğimiz, isminden de anlaşılacağı üzere, gümüş tellerle yapılan takılara, süslemelere verilen ad. Şekil verildikten sonra, üzerine içinde gümüş ve başka bir takım maddeler olan bir toz dökülüyor, sonra da alevle eritiliyor (şekil 1.a, 1.b, 1.c).


Sonra -hatırladığım kadarıyla temizlenmeleri ve parlamaları için- yapılan takılar suya atılıyor, hareket eden bilyeler sayesinde pürüssüzleşiyor. Sonra alınıyor, bir hata var mı diye kontrol ediliyor ve döndükçe dönen pambık bir halka ile cilalanıyor.


2-Lületaşı:

Eskişehir'de bütün lületaşı satıcılarını Atlıhan'a toplamışlar, bir tur otobüsü olan bizi de elbette bu turistik alana saldılar. Her yerde lületaşı dükkanları var, bir sürü pipo, bir sürü ağızlık ve bilimum biblo.

Aynı şeyleri satan onbeşbin dükkan olunca insanın giresi gelmiyor tabii. Birkaç kişiye atölye var mı diye sordum, burada sadece dükkan var dediler, ama biraz dolanınca üst katta minyatür bir atölye buldum! Yeholey!

Efenim, lületaşı ile oynama, kendisini mıncıklama, hafiften şekillendirme fırsatı bulmuş bir insanım, ilk aşamada patates benzeri bir kıvama sahip-ki şekillendirme bu esnada yapılıyor. Bu şekillendirme esnasında içindeki su yavaştan yavaştan buharlaşıyor, buharlaştıkça lületaşı kuruyor, kurudukça suya sokulup tekrar nemlenmesi sağlanıyor.

Bu şekillendirme bittikten sonra sevgili lüle taşımız kuruyor, o zaman da detaylar, aynı çizgi romanlarda olduğu gibi "tarama"lar, "desenleme"ler havada uçuşuyor. Her şey bittikten sonra da balmumuna batırılıyor.

Zamanla sararan lületaşının, özellikle ağızlık ve pipolarda kullanılmasının nedeni ise nikotinin %75ini emmesiymiş sayın seyirciler. Ara ara güzel ağızlıklara bakıp bakıp "sigara mı içseydim ne yapsaydım" demedim değil.


Gördüğünüz gibi yine kültür, yine yöremiz, yine Anadolu'muz, canımız. Merak etmeyiniz, Beypazarı-Eskişehir gezisinin bloga etkileri burada sona eriyor, ama sanmayın ki iki kilometre öteye gittiğim anda yine çok gezmişim gibi yazı yazmayacağım, elbette sizi yine yeni yeniden örfümüze ananemize boğacağım. Yo dostum yo, çekinmeyeceğim.

21 Kasım 2010 Pazar

Turlayan insanlarız.

Bu haftaki Yöremin Türküsü, Türkümün Çınarı programımızda, siz sevgili seyircilerimiz için bir takım yollar kat ettik, bir takım gezmelerde bulunduk. Yeri geldi yöresel lezzetlere daldık, yeri geldi yöresel adetlere dadandık. Beypazarı'nın tarih kokan sokaklarında kaybolduk, Eskişehir'e bakıp "Adam yapmış lan..." dedik, Kütahya'nın çinilerini teftiş ettik, otobüs yolculuğuna, odun kokusuna doyduk.

Evet evet, sanki çok maceraperest, çok gezginmişizcesine yazıyorduk, ama bildiğiniz 43 kişilik bir tur otobüsüydük.

1-Beypazarı:

Beypazarı ilginç, hissettirdikleri ilginç. Zamanında şehir yanınca Safranbolu'nun ustaları getirtilmiş şehri tekrar inşa etsinler diye, bu yüzden evler Safranbolu ile aynı. Ama ilginçtir, şehir daha doğal, daha olduğu gibi. Ara sokaklarına girdiğinizde yazılara takılmazsanız kendinizi Yunan köylerinden birinde hissedebiliyorsunuz, binaların tarzı benzediğinden değil de, benzer bir havası olduğundan. Hatta oralarla ortak bir hissiyatı var: "Şu anda burada sabit değilsin ve seni seviyoruz. Ama buraya sabitlenirsen yaşam tarzını, alkolünü, arkadaşlıklarını kabul etmeyebiliriz. Bir haftanın sonunda seni hiç sevmeyebiliriz."

Beypazarı'ndaki gecemizi turumuzun organizasyonuyla "Bağevi'nde yemekli eğlence" gibi neşe dolu etkinliklerle geçirdik, Beypazarı gelenek göreneklerine, şarkılara türkülere boğulduk. Aşağıda göreceğiniz dedemiz mekan sahibinin babası, seksen yaşın üzerinde ve bütün gece oynadı. Resimlerde ceketi yok, ama normalde bir de ceketinde nazar boncuğu var kendisinin...


Bense kına gecesinin nazlı gelini oldum; jip verdiler, limitsiz kredi kartı verdiler, Alaçatı'da yazlık verdiler, varmadım. "Ama ben oğlumun gönlünü veriyorum sana" dedi sevgili kayınvalidem, "PARDON DAAA, O ZATEN BENİMDİİİ" diye şımarıklık, çirkeflik yaptım. Sonunda bağevini de verdiler, artık uzatmayalım diye oynadık gelin görümce.
Evet, yöresel kıyafet... Evet, çiftetelli... Evet evet, adeta bir yabancı gelin görüntüsü sergiliyorum...

Ertesi günümüzü ise "Beypazarı sokaklarında kaybolarak" geçirdik, her macerasever turist gibi. Ve her geleneksel, maceradan uzak tur insanı gibi gittik, erişte, tarhana, erik pestili falan aldık. Siz de gidin, güleryüzlü çalışan teyzeler ve pek gülmeyen, kahvede oturan amcalar görün. Bir de bol bol sarma yiyin.
Teyzeleeeeeeeer...

2-Eskişehir:

Efenim, söz konusu şehrimiz "Bakın benim ne kadar iyi bir belediye başkanım var ve sizin yok" diyen bir yapılar bütünü. Tabii ki gönül, bazı şeylerin direkt alınmasındansa birazcık daha "uyarlanmasını" beklerdi, ama kafesiyle, barıyla, parklarıyla, bahçeleriyle, güzide bir şehrimiz Eskişehir. Ayrıca aşağıda göreceksiniz ki fırsat bulduk mu poz veriyor, çılgınca eğleniyoruz...


Bunun yanında Çağdaş Cam Sanatları Müzesi şukela bir sergi. Çağdaş sanata yer yer tek kaşını kaldırarak bakan benim bile ağzımın sularını akıttı.

Sertaç Alparslan


Aslıhan Taşkent

Esin Küçükbiçmen (evet, o sinekler camdan...)

3-Kütahya:

Kütahya'ya şehir olarak herhangi bir şey hissetmesem de, en güzel yemeği orada yediğimi, en güzel müzeyi orada gezdiğimi, en güzel evi orada gördüğümü söyleyebilirim. Tirit, ne güzel şeysin sen. Ve çini desenleri, özenle yapıldığında ne kadar etkileyicidir...

Bunun yanında Avrupa Birliği'nin şehircilik ödülünü "misyoner işi" deyip kaldıran (gerçi sonra "ne yapıyoruz lan biz" deyip geri koyan) bir şehir Kütahya. Ve tarihi olarak gezdirilen, gerçekten hoş camiinde disko topu var. Disko topu lan? Şadırvanda?




Efenim, diyeceğim odur ki, gayet güzel, gayet keyifli bir geziydi. Bir sonraki yazımda "Anadolu'mun El Sanatları" konusunu ele alacağım, genciyle yaşlısıyla zanaatkarların alınterlerine değineceğim. Alınterine değinmek demişken, yazımızı şöyle alakasız bir nostaljiyle noktalayalım:



"damlağ... terliğ... terlisinn sen..."

12 Kasım 2010 Cuma

Taş heykel ve sempozyum kelimelerini aynı cümlede kullanmak



Her şey işe giderken Bostanlı'daki Demokrasi Meydanı'nda dana kadar mermer blokları görmemizle başladı. Uzun süre durumun ne olduğunu sorguladık, "Demokrasi Meydanı'nın karoları mı değişecekti", "bu mermerler nerede kesilecekti", "yoksa bu bir fuar mıydı", "neden hep üzerimize yağmır yağıyordu" gibi soruların ardından, belediyenin brandası sağolsun, gerekli bilgiye ulaştık.

Efenim, sevgili Demokrasi Meydanımız'da 6 ülkeden 12 adet heykeltraş birkaç hafta boyunca mermer heykeller yaptılar, biz de her sabah işe giderken ne kadar ilerlediklerini gözlemledik, hangi heykelin neye benzeyeceğini tahmin etmeye çalıştık. Şimdi bu heykeller bitti, bildiğim kadarıyla bir süre daha Demokrasi Parkı'nda sergilenecek, sonra da Karşıyaka'nın çeşitli park ve bahçelerine sabitlenecek.

Aslında çok heyecan verici bir şey değil mi bu? Yoksa sadece bana mı heyecan verici geliyor? Şehri güzelleştirme/çirkinleştirme adına bir sürü düşüncem var ve onları buraya kusmayacağım, ama insanlara bakacakları estetik bir nesne vermek güzeldir. Gönül ister ki bu hep olsun, şehrimiz heykel dolsun, nihehehe...

Bunlar da bitmiş heykellere değil, ama yapılış sürecine dair bir takım fotoğraflar, İstanbul öncesi sabah saatlerinde çekildi:


8 Kasım 2010 Pazartesi

We don't have that kind of bread-2

Bir İstanbul gezisini daha 'zobodof!' efektiyle geçirdik, koşuşturmalar arasında maksimum insanla görüşemesek de maksimum rastlaşmalar yaşadık. Mesela okulumuza Ta::ip geldi, bundan büyük rastlaşma mı olur?

"Ta::ip bir numara, en büyük, cehennemden çıkan çılgın Türk..."

Bütün sevgi dolu hislerim bir yana, şu geçtiğimiz üç gün müziksel faaliyetlere doyduğum üç gündür-ki sonuçları ele geçtikçe de bu sayfalarda paylaşılacak gibi gözüküyor. O zamana kadar, 7pf2p konserine, Emir Bey ile videosal hallere ve Lemur kayıtlarına dair şu fotoğraflarla yetineceğiz.

Bir de bütün bunlara ek olarak şöyle bir şey var, biraz da fotoğrafların çoğunu çeken Ali Bey'e bir selam niteliğinde..


4 Kasım 2010 Perşembe

We don't have that kind of bread-1


İstanbul'a gelmiş, banyo edilmiş filmlerime kavuşmuş, Ali Bey görmüş, Ece Hanım ile haşır neşir olmuş, ve hatta Ece'nin duvarındaki bütün posterleri asmış, keyfi fazlasıyla yerinde bir insanım şu an sevgili seyirciler. Kuru kayısılı çaylar ve hoş müzikler, bir takım komiklikler bir yana, asıl konu senenin başından beri elimizde olan, çeşitli filmlerle denemeye çalışıp, çeşitli şanssızlıklar nedeniyle bir türlü kendisiyle bir mutabakata varamadığımız makinamız Yashica.

Kendisi geçen sene kalmış olduğum evden yadigar bir Yashica-Mat EM, ve işte böyle fotoğraflar çekiyor (uyarıyorum, ilerleyen fotoğraflarda yine baloncuklar var):


Bir de şöyle bir şey varmış:


¨Along the long road and on down the causeway, do they still meet there by the cut?¨