13 Mayıs 2012 Pazar

Grön grön grön

1€ya alınan gözlüğü filtre olarak kullanmak ve bir takım kiliselerin arka bahçeleri.

Maastricht Üniversitesi'nden sınıf arkadaşlarım, gezi yoldaşlarım, kahkaha turfanlarım Roos ve Raquel ile, neden bilmem, yaklaşık 5 aydır görüşmüyorduk (Roos bir iki ay önce Amsterdam'a gelmişti gerçi). Bir anda üzerimizdeki tozu silkeleyip buluşmaya karar verdik, ama neden Groningen'de buluşmaya karar verdik onu bilemiyorum.

Ayrı ayrı yerlerden gelip Amersfoort'ta aynı trene binecektik, Raquel ve Roos bana hangi vagonda olduklarını söyleyecekler, ben de onları bulacaktım. Tren ikiye ayrılıyor, yarısı Groningen'e, yarısı ayrı bir yere gidiyordu, onlar ise Groningen'e giden son vagondalardı. İlginçti, son vagon birinci sınıftı, biz öğrenciydik, neler oluyordu, bir sonraki ikinci sınıf vagona bindim. Tren kalabalıktı ve ben kımıldayamıyordum, bulunduğum vagonun "sessiz vagon" olduğunu ise telefonumun çalınca herkesin bana bakmasıyla fark ettim; gençlere gidemiyordum ve gençleri arayamıyordum. Bundan sonrası duraklarda tren her boşalıp dolduğunda trenin başından sonuna kadar yürüyüp Raquel ile Roos'u bulmaya çalışma trajedisi, bir buçuk saat boyunca. Groningen'e inince fark ettik ki, trenin birbirinden bağımsız üç büyük kısmı varmış, ve onlar ikinci kısmın en son vagonundalarmış; bense birinci kısmın.

Şekil 1.a: Kilise bahçesine şişme bar kurmak, yanında futbol oynamak.

Groningen güzel şehir. Öğrenci şehri diyorlar, biz de öğrencisine kapısının önüne sandalyeler atmış bira içen öğrenci birlikleri, kilisenin arka bahçesinde futbol oynayanlar ve "madem öğrenciyiz o zaman neden göle golf sopalarıyla pinpon topu atmıyoruz?" adlı bir oyun geliştirmiş olan gencolar sayesinde doyduk. Ama daha güzeli merkezin ara sokaklarında "Gasthuis" diye geçen eski hastane ve yaşlı bakımevlerinin bahçelerini işgal etmekti. Bu bina-bahçe kolektifleri şu anda site gibi, bazılarında yaş ortalaması yüksek, bazılarında düşük, ama insanlar ev olarak kullanıyorlar.




 Burada Raquel tezine ve süpervizörüne olan duygularını anlatıyor.


Roos'a "Burası güzel bir şehir, ama yaşamak istemeyebilirim" dedim. Yanlış söylemişim, tam tersi olacakmış; "Burada çok güzel yaşanır, ama gezmek istemeyebilirim" olacakmış. Ama zaten bence gezinin ana fikri Groningen değildi, anafikir Raquel ile Roos'u dürtmekti. Ek olarak başta "aa ne güzel seviliyorum lan" diyen ama sonra bizden nefret eden şu kediyi ve sevgilisini dürtmek de olabilir.


Son olarak Hollanda'ya gelip de "Groningen'e gidelim mi" diyenlere gelsin:
  • "Şehrin merkezi" denilen alan iki meydan ve onları bağlayan tekil sokaklardan ibaret. Müze gezmek istiyorsanız müzeler mevcut, biz gezmedik. Onun dışında da merkezde bir şey yok. Gerçekten yok.
  • Şehir fazlasıyla yeşil, parklar bahçeler gani gani. Bir de evler genelde 1-2 katlı olduğundan bu yeşillik daha da ön plana çıkıyor. Diyeceğim o ki, merkezde müzeler dışında çok vakit kaybetmeyin, bir-iki paralelinde inanılmaz sessiz mahallelerde gezinin, Gasthuisleri bulun, bahçelerinde oturun, bahçede oranın yerlisini görürseniz onunla muhabbet edin. 
  • Şehrin dışına doğru yürüyün, binalar, dükkanlar, olaylar, her şey ilginçleşiyor. Grafiti ilgi alanınızdaysa merkezin azıcık uzağında çok güzel bir çim alan ve üzerinde enfes trafolar var mesela. Hemen önünde kurulan organik pazarda ise çocuklar el değirmenlerinde yaptıkları unlardan krep yapıyorlardı. Onun da önünde her şeyin karman çorman satıldığı dev bir dükkan vardı. Falan falan falan...
  • Öğrenci şehri olmasına rağmen Amsterdam'da ya da Maastricht'te maruz kaldığınız bisiklet terörüne burada pek rastlamıyorsunuz. 
  • Açık konuşayım, Maastricht'ten gidiyorsanız hem yol parası açısından, hem de yolun uzunluğundan kelli, bence değmez. Onun yerine -bence- Belçika'ya geçin.


Hiç yorum yok: