5 Aralık 2014 Cuma

Gülnihal

Önsöz:
(Ya da yazının 'atlanabilir' kısmı)

Aşırı gurur duyduğum konular hakkında konuşmaya nasıl başlasam bilemiyorum; zira gurur duymakla övünmek arasında kolayca aşılabilir bir tümsek var ve o tümsekten aşıp birden bilinçsizce kendimi övmeye başlamaktan ya da öyle algılanmaktan korkuyorum.

Halbuki yok öyle bir şey. André konuştu, ben de çevirdim. O şahane müzisyenlerle aynı sahnede olmaktan, André ile şakalaşmaktan, sahneden inip herkesle dans etmekten gurur duyuyor muyum, duyuyorum tabii ki. Ama "Ay ne güzel çevirdim" ile "Ay ne güzel eğlendim" arasında fark var sanırım. Ben biraz daha "Ay ne güzel eğlendim" tarafındayım.

Peki tüm süreç nasıl oldu? Öncesinde şöyle bir olay var; André'yi Türkiye'de konser vermesi için ikna etme yolunda. Sonrasında bir de bu var; André'nin tam bir sene önceki konseri. Bütün bu süreçte yer aldığım için içimde beliren "şanslılık" hissi tarif edilemez.


Olaylar:


Biraz eşek, biraz tembel bir insan olduğumdan, provalara gitmek söz konusu olduğunda 'İlla uçağımı Sabiha Gökçen'den isterim' diye tutturmuştum başta. Provalar bir gün ileriye alınınca işbu tutturma bana Brüksel'de fazladan bir gün olarak geri döndü, zira bir sonraki gün o havaalanından uçak yoktu. Nilipek içinden sinsi sinsi gülüyor, bir yandan son gün belli olan bu durumun paniğiyle gezilecek yerlere, kalınacak hostellere bakıyordu; Brüksel'e öğlen varacaktı, yani bol bol zamanı olacaktı. 

Brüksel gezisini şöyle açtık efenim:
Belçika'da komiklikler: 'Biletini göstermek tıpkı gülümsemek gibidir; en iyisi spontane olmasıdır'

Brüksel yıllar yıllar önce, lisedeyken gittiğim, haliyle hakkında pek bir şey hatırlamadığım bir şehir. Ama bu tabii ki Hollanda'da 'meh ne gidicem ya daha önce gördüm orayı' şeklindeki ukalalıklar yapmama engel olmadı. Haliyle; haksızlık ettim sana Brüksel. Çok müthiş bir şehir olmandan değil, değilsin zira, ama niyetin iyi.











Zaten pek bilinçli gezen biri değilim, ama çok kısa zamanda toparlanıp gidince iyice saçma bir gezi protokolü benimsedim, anafikir de şu: 'heaa bu sokak güzel galiba'. Böyle böyle şehrin bir ucundan bir ucuna, en abuk sabuk, en gezilmeyecek yerlerine kadar gezebiliyorsunuz. Ama ana görmeniz gereken şeyler aradan kaçıyor, o ayrı.

Yine de Manneken Pis kaçmadı sayın seyirciler:

Bildiğin 'göster amcanlara pipini'. Bize yeni değil bunlar.


Ve elbet hazırlık aşamasında bir Christmas Market vardı, çünkü Christmas Market'i olmayan şehirleri Avrupa Birliği'nden atıyorlar. Biz de bizzat bu yüzden giremiyoruz zaten.

Kar yok ama popolar dondu, donmadı değil.


Bu arada Avrupa'nın en büyük adalet sarayı eskiden Brüksel'deymiş. Neyse ki Çağlayan yapıldı da boynumuz bükük kalmadı. O güzel binaya sahip olduğumuz için ne kadar şanslıyız, halbuki bu ne allasen...


Hmm mis gibi adalet koktu.... 


Hava kararınca artık şehir merkezine dönme ve yıllar önce kaybolmuş olduğum sokaklardan tekrar geçme vakti gelmişti...


Böyle deyince çok şairane duyuldu ya, değil. Gerçekten kayboldum. Araya polisler falan girdi, ailem kaçırıldım zannedip krizlerden krizlere koştu. O gün bir şekilde bana yardımcı olan güvenlik görevlisi hala orada mıdır diye bir dolandım (yani, 15 seneden falan bahsediyoruz sanırım, ama olur mu, olur), değildi. Bulsaydım konuşup fotoğrafını çekeceğdim, ama yoktu. Daha doğrusu herhangi bir güvenli görevlisi yoktu pasajda. Onun yerine şu kadın vardı, ben de onu çektim.



Brüksel maceram böyle geçti. Gelelim Maastricht'e demek isterdim, ama az çok beni biliyorsanız Maastricht'te pek bir macera olmadığını da biliyorsunuz (diye tahmin ediyorum). Bilmeyenler için söyleyeyim; Maastricht'te bir macera yok. Andre Rieu'nun dev stüdyosu ve orta boy şatosu var. Çokça peynir ve pindakaas var. Bir de şu güzelim insanlar var:



 Çok özlemek. Aşırı mutlu olmak.

Hah işte bundan sonrası nasıl anlatılır bilmiyorum. Bu nokta kilitlendiğim nokta. Zira bu kadar profesyonel ve bu kadar sistemli bir ekibin geçici olarak bile olsa bir parçası olmak inanılmaz. Geçen sene de hayran kalmıştım, bu sene de hayran kaldım.



Ama onun dışında biz kuliste şu durumdaydık daha çok:



Geçtiğimiz seneki konserde çevirmenlik dışındaki tek sorumluluğum Kasap Havası çalarken sahneden inip insanları dans ettirmeye çalışmaktı. Stratejik hatalarım sebebiyle kimse ayağa kalkmamıştı; zira en ön sevmiyordu öyle şeyler, neydi o öyle. 



Konser bitti, hepimiz normal sıradan hayatlarımıza geri döndük. Ben mesela bugün doktora yeterliğine girdim, sınav kağıdına Foucault, Marx, Freud falan kusmam gerekti. Bir hafta boyunca hegemonyadan girdim, kültür endüstrisinden çıktım, sınava hazırlanacağım diye. 'Noooldu???' demezler mi adama? Ben arada aynaya bakıp diyorum misal.

Hiç yorum yok: