19 Haziran 2012 Salı

18 Haziran 2012 Pazartesi

Den Haag

Dün babalar günüydü bildiğiniz üzere. Babamın doğumgünü ve Anneler Günü gibi bu güzel günü de Hollanda'da, sarılıp öpmek istediğim insanlardan uzak geçirdim. Bunun üzerine duygu sömürüsü yapacak değilim, zira konu o değil. Konu, babamın "Bugün bir yerlere git, gez, gör, sonra neden gezmedim diye pişman olma" demesi, ve benim bu öğüdü yerine getirerek (tamamen babalar günü hatrına a canım) Den Haag'a gitmeye karar vermem.

Lakin şöyle bir sorun vardı; ben uzun zamandır yatırım hesabımdan ana hesabıma para aktarmıyordum, ve hesabımda sadece 30 euro kalmıştı. Evet 30 euro liraya çevrildiğinde az para değildi, ama euro olarak ve Hollanda'da yaşadığınızda gayet cüzi bir miktar oluyordu. Üstelik günlerden pazardı, dolayısıyla yapmaya çalıştığım aktarmalar "beklemede" kalıyor, beni ING Bank internet sitesinin önünde hüzünlere boğuyordu.

Ama çok gaza gelmiştim. Seyahat kartımı bulup, fotoğraf makinamın tozlarını üfleyip yola koyuldum.


 Den Haag'a vardığımda saat bir buçuktu. Şansıma hava güzeldi (Burada bir açıp bir kapanan, ama yağmurlu olmayan havalara güzel diyoruz. Kötünün iyisi bir nevi.), merkezdeki istasyonda inmemiş olsam da her köşede bir harita vardı ve ben mutlu mutlu ilerliyordum. Kafamda iki şey vardı; Escher'in eserlerinin sergilendiği ve açıklandığı Museum Escher in het Paleis ve plaj. Hava burada 11de karardığı için plajı sonraya attım, Escher'e doğru yola koyuldum.

Lakin yolumun üzerinde şöyle bir şeyle karşılaştım.  


Meğer Den Haag Klasik Müzik Festivali'nin son gününe denk gelmişim. Yukarıda bir kısmını gördüğünüz alan çoğunlukla çocuklara yönelik klasik müzik etkinliklerinin olduğu ama yetişkinlerin de çevrede oturup biralarını, kahvelerini içtiği, keyif yaptığı bir organizasyon. Çocuklara yönelik etkinliklerden kastım ise poster yapmak, enstrüman yapmak, (anladığım kadarıyla bir haftalık bir keman workshopu sonunda) sahneye çıkmak ve yukarıda görüldüğü üzere "orkestra şefi olmak". İşin eğitimsel boyutuyla, eurythmicsle falan kafa bulandırmayayım şimdi, ama yapılan şey çocukların çalan klasik müzik parçalarını "hissederek" hareket etmesini sağlamak aslen. Lakin, aynı kütüphanede gördüğüm gibi, bunun bir de klasik müziği sevdirme, klasik müzik dinlerken keyif aldırma boyutu var, ve çocuğun hayatında şu kısacık anın ne kadar etkili olabileceğini bildiğimden kelli yine bir fena oldum ben bu olayı izlerken.

 Keman çalan çocukların da fotoğrafı vardı, ama bence bu çok bana daha fazla şey ifade ediyor.

 Planlarıma ara vermiş olmam, onlardan vazgeçtiğim anlamına gelmezdi, çalan parçalara ıslık çala çala, hatta karşıdan ıslık çalarak gelenlerle selamlaşa selamlaşa, Buitenhof'un içinden geçtim.


 

Buitenhof sonrası bir baktım ki nehre sahne kuruyorlar. Öğrendim ki akşam saat beşte konser var. Ufak bir hesaplamayla konser yedide bile bitse hava kararmadan sahile gidebileceğimi anladıktan sonra Escher Müzesi'ne doğru ilerlemeye devam ettim.

Yürüdüğümüz yollar...

Escher Müzesi ile ilgili hiçbir şey yazabileceğimi sanmıyorum, ama beynim eridi. İşin ilginci, hayranlık Escher'in bilinen eserlerine bakarken değil, yarattığı desenleri, onları nasıl yaptığını, ve ulan hepsinin aslen tahta baskı ya da linoleum olduğunu görünce oluşuyor. 3 kat boyunca sık sık hayranlıkla küfrettiğimi hatırlıyorum, gidin görün. En çok sevdiğim iki eseri de internetten bulup buraya koyuyorum, çekinmiyorum;

1948 tarihli, 4 farklı blokla basılmış bir baskı bu. Bloklardaki işçiliği bir düşünün...

Yine dört blok, bunun renki baskısı vardı müzede. İyice kafa açmak için bunun bulunduğu sitede biraz daha gezinin, Den Haag'a gitmiş kadar olun.


Ehm, neyse, eriyen beynimi tekrar kafatasımıza soktuktan sonra fark ettim ki konsere hala bir saatim vardı. Müzenin önündeki antika pazarını, ve "Rainbow Nation" adını verdikleri dışmekan sergisini gezdim. Heykeller Güney Afrikalı sanatçılar tarafından yapılmıştı, ve sergi Den Haag Heykel Festivali'nin bir parçasıydı.

Rainbow Nation.

Antika Pazarı.

Antika pazarında yere ne düşürdükleri belli olmayan güvenlik görevlileri (bu da güvenlik karavanı bu arada).

Dolanacak bir yer kalmayınca, çok da uzaklaşmak istemediğimden konser alanına geri döndüm. Konser aslen paralıydı (23€ imiş), bir Carmen Bizet yorumu sergilenecekti ama konserin hafif saçma bir açıyla da olsa izlenebildiği bir "beleştepe" mevcuttu, ve konsere daha 40 dakika olmasına rağmen oldukça kalabalıktı. Büyük bir şans eseri beleştepenin protokolünde yer buldum, bu modern yorumu en önden (ehm, yani, işte) seyretmiş oldum.

Konser sonrası plaja yürüyerek gitmek gibi iyimser planlarım olsa da bu planlar yanımda oturan Hollandalı'nın "tramvayla yarım saat" demesiyle toz oldu. Yani, gündüz olsa yine yürürdüm gerçi, ama akşamdı, hava soğuyordu, ve ben çok kararmadan plaja gitmek istiyordum. EVET HAYATIMDA HİÇ PLAJ GÖRMEMİŞTİM.


Plaj baya büyük. Yani, uzunluk olarak da, genişlik olarak da. Plaj kenarındaki mekanlar ise klasik klüpler. Bu arada bütün plaj inanılmaz güzel deniz kabuklarıyla kaplı. Ve ben ceketle üşürken suya girenler mevcuttu.


Bu arada bütün sahil, yukarıda gördüğünüz şekilli direklerle kaplı, her direkte farklı bir hayvan ya da şekil var. Amaç ise, özellikle çocuklara, yol göstermek. Plaj büyük, geniş ve çocukların çılgınca kaybolması için ideal olduğundan kelli bu işaretler yer belirleme ve nerede olduğunu hatırlama amaçlı kullanılıyor. Cümle içinde kullanırsak; "Ineke, bak unutma, kaybolursan mavi baykuşun oradayız".


Çok geç kalmadan evime döndüm, çok uzatmadan gitmek isteyenlere iki gıdım laf edeyim:

  • Den Haag'da iki tane ana istasyon var; merkez istasyon ve Hollands Spoor. İkisine de Amsterdam'dan tren var diye biliyorum, ben Hollands Spoor'da indim, sonra da yine oradan bindim. Yirmi dakikalık bir yürümeyle merkeze ulaşıyorsunuz, ama çok üşeniyorsanız trenden inip başka bir trenle merkeze gidebilirsiniz tabii.
  • Eğer grafik sanatlara ilgiliyseniz, Escher'e mutlaka gidin. İlgili değilseniz de gidin, ama o kadar etkilenmeyebilirsiniz. Onun yerine modern sanat eserlerinin sergilendiği birkaç önemli müze daha var, onlara da gidebilirsiniz. Yani diyeceğim şu ki, gitmeden önce müzelere bir bakın, ilginize göre seçin.
  • Den Haag'ın resmi olarak aslen köy olduğunu biliyor muydunuz? Kasaba bile değil ulan, köymüş. Kraliçe oturuyor, bütün büyükelçilikler orada, resmi her şey orada, zaten oldukça büyük, ama köy. Şehir değil. Köy. Şaka gibi.
  • Plaja gidin, çok güzel. Ama bence giderken yanınıza biranızı, yiyeceğinizi, atıştırmanızı da alın, kumlara oturup tüketin. Zira ben Çeşme gibi düşündüğüm için (bkz. birayı mekandan alıp denize en yakın şezlonga oturmak) hazırlıklı gitmedim. Plaj geniş olduğu ve şemsiye-şezlong olmadığı için mekanlar denize uzak kalıyor. 
  • Buitenhof'a denk gelirsiniz zaten, ben pek planlayamadığım için tesadüfen içinden geçtim. Geçiniz içinden.
  • Plajdaki Pier'de üst katında yürümek dışında matah bir şey yok. Bir yürüyün gelin. Çok istiyorsanız denize doğru bungee jumbing yapın-güzel diyorlar.
  • Diğer şehirlerle karşılaştırdığımda insanlar çok daha güleryüzlü, çok daha muhabbetşinas. Neden bilmem, deniz kıyısı olmasından olabiler.
  • Tramvaya binmek, eğer ovchipkaartınız yoksa, iki buçuk euro ve yarım saat ücretsiz binebiliyorsunuz. Ama Amsterdam'daki gibi arkada da muavin olmadığı için, ve her kapıdan girebildiğiniz için, kimse ödeyip ödemediğinizi kontrol etmiyor. Hani, zor durumda kalırsanız diye diyorum, kurnazlık yapın diye değil.
  • Amsterdam'dan sadece 45 dk-1 saat arası sürüyor yol, ama Maastricht'ten ne kadar sürüyor bilemiyorum. Eğer gitme şansınız varsa, bence gidin.

Son olarak; çok teşekkürler canım babam...





16 Haziran 2012 Cumartesi

Sağanak yağmurlu şarkı

Şimdi, şöyle hiç tahmin etmediğim bir durum oluştu; ben buradaki havadan çok sıkıldım. Daha doğrusu, sıkılmak yanlış bir kelime, zira yağmurlu havalar candır. Ama İzmirli bir insan olarak Haziran ortasında hala montla geziyor olmayı kabullenemiyorum. Hırkaya razıyım, kapalı havayla ve hatta yağmurla da sorunum yok, ama mont ne yahu? Millet Umut Sarıkaya'dan "Mont Beni" şiirini okumaya başlayalı 2 ay oluyor, biz hala üşüyoruz ulan.


Ama konumuz bu değil. Yani, bu durumla uzaktan alakalı, bu durumdan sıkılmak yerine ölümüne keyif aldığım anlarla ilgisi var biraz. Biraz da arkadaşlıklar, dostluklar, muhabbetler ve gülme krizleri...

Ani bir kararla Türkiye'ye gittiğimde, aylardır göremediğim, askere bile uğurlayamadığım canım arkadaşım Emir Bey ile bir kayıt yapmamız tabii ki kaçınılmaz oldu. Ne kaydedelim, ne yapalım derken, nasıl oldu bilmiyorum, ama işte o keyif anlarına dair şu şarkıyı kaydediverdik.



Sözler ve müzik bana, gitarlar ve düzenleme Emir Bey'e ait. Sözler ise şu şekil, bu şekil:

Gökyüzü dökülür sanki bahçeye
Saklanmam, seyrederim uzaktan
Yağmur damlaları değerken ayağıma
Bundan büyük huzur yok

Erken kalktım, neden bilmem
Kahve yaptım kendime
Ve fark ettim verandada otururken
Bugün hiç işim yok

Yağmurun hatırlattığı her gün
Canlanıyor bahçede
Yağmurda yürüdüğüm her yol
Uzuyor önümde

Ve ben günleri izlerken
Yağmur damlaları ayağıma değerken
Kahvem bitmek üzereyken
Bundan büyük huzur yok

11 Haziran 2012 Pazartesi

Gün gelir.

Gün gelir, belki ilk seferde içime sinecek renklendirmeler yaparım. Tekrar tekrar oynamam..



Ama iyi bir teknik geliştireceğim, düzgün gözüken, amatör kokmayan bir şeyler ortaya çıkabileceğim (tamamen kendi zevkim için, buraya koyduğum her şey gibi) bir gün var mı önümde, onu bilmiyorum. Tembellikle birleştiğinde çok pis bir durum mükemmeliyetçilik, ve beyin mecburen kendini bununla yetindiğine inandırmaya gidiyor.