20 Temmuz 2012 Cuma

I like trains.

  • Merhaba, doğan güneeeş... Merhabaaa, mavi gökyüzüüü...
  • Deneylerin başlangıcından şu ana kadar süregelen "kilitlenme hali" bugün çözüldü mü? Tabii ki hayır. Sadece dün tezin bir kısmını bitirip süpervizörüme gönderdim, daha 3 bölüm var, ve benim içimden hiçbir şey yapmak gelmiyor.
  • Bu noktada biraz da şunun etkisi var; benim istatistik ve spss bilgisi yaklaşık 3 günde 5 birimden 20 birime, sonraki 3 günde ise 40 birime çıktı. Tabii bir şeyleri yapabildikçe yapmaya devam etmek  istiyorsunuz, ben de SPSS'te vay efendim ANOVA, yok efendim T-Test, aman ne kadar da significant derken kontrolden çıktım. İstatistik hala sevmiyorum, ama sanırım sonsuza kadar Excel ve SPSS ile oynayabilirim.
  • Komik bir şekilde, deneylere başladığım ve sabahtan akşama labda durduğum bir buçuk hafta, Amsterdam'da 5 ay içinde geçirdiğim en sosyal zaman dilimi oldu. Bunda elbet insan içine çıkmış olmamın da etkisi var, ama ayrıca bir sürü de misafirimiz oldu, Erdem'i, Adriana'yı, Roos'u, Can'ı ağırladık, zaten Amsterdam'da olan Rutger, Pelin ve Şakarer ile kafa tokuşturduk, Maastricht'e eşya bırakmaya geldiğimde Justus, Rose ve Will ile haşır neşir olduk. Ne biçim iş yahu bu. 

  • Araştırmama denek bulabilmek için yapmadığım şebeklik kalmadı sayın seyirciler. Na şöyle:

  • Maastricht'e geldiğim için mutlu olacağımı hiç düşünmezdim, ama içim içime sığmıyor, nasıl oluyor anlamadım. Hayır, kimse de yok, koca yurtta tek başımayım, kütüphane boş, arkadaşların hepsi evlerine dönmüş. Manyak mıyım neyim, güle oynaya geldim.
  • Bence "bedava kahve", tez yazarken Maastricht'te olmak için yeterince mantıklı bir sebep.
  • "İşler Güçler" ne güzel dizi be. Üç başrol oyuncusuna tek tek sarılmak istiyorum. Yönetmeniyle oturup baklava yemek istiyorum. Tüm ekip bara gidip dans edelim istiyorum. ÇOK ŞEY Mİ İSTİYORUM LAN? ühü.
  • Voigtlander'dan çıkan film banyo edildi bir de, bak onu da unuttuk paylaşmayı.







  • Kütüphane beşte kapanıyor, hüzünlere gark oluyorum. Bugün öğrendim ki kafeterya da ikide kapanıyormuş, karnım aç bir şekilde hüzün denizinde boğuldum. Neyse ki can simidi olarak çorba otomatı koymuşlar, olduğu kadar.
  • Her akşam kütüphaneden çıkarken selamlaştığım bir amca var, kapıda duran. İşte o hüzün içinde debelenir, çorbamı içip krem peynirli wasamı yerken yanıma geldi, frambuazlı yoğurtlu içeceklerden bıraktı, "bunun son tarihi pazar günü, pazartesi satamayacakları için atacaklar, ama hala taze, al iç yemekten sonra" dedi. "Think of it as a Dutch Treat" diye seslenmeyi de ihmal etmedi giderken. Mutlu oldum. Bu da işte en ilginç anım.
  • Hop, unutulan şeyler. Deneyde kullandığımız oyunun kahramanları. Şimdi, söz konusu oyunda siz bir ejderhayı kontrol ediyorsunuz. Kurbağa, sizin en yakın arkadaşınız, her labirente sizden önce giriyor, sonra o labirentle ilgili size bilgi veriyor (ödül miktarı, ceza miktarı, tuzak sayısı vs). En alttaki kardeşimiz de tuzak kasalarında bulunan gardiyan. Bütün kasaların görüntüsü aynı, tuzak kasasına denk gelip gelmemeniz tamamen şans, sadece olasılıklara göre kendinizce strateji belirleyebiliyorsunuz (bir nevi kumar yani). 



  • Bir de aylaar aylar önce yaptığım, kulüp açılmadan paylaşamadığım, kulüp açılınca da unuttuğum, BuGusto logosu.

  • Tabii herkes yurttan giderken buzdolabını dolu bıraktı, ve ben yükselen kokular üzerine raflar üzerinde bir maceraya çıktım. Unutulan yiyecek ekosistemindeki canlı çeşitliliği çok acaip.
  • Birikince uzadı, resmen kendimden sıkıldım. Hadi gideyim de tez falan yazayım. Bu da başlığı açıklayan bir video olsun:

10 Temmuz 2012 Salı

Waterland

(Birikti de birikti. Yazamadım da yazamadım. Ama kim bilir, belki aniden 3 yazı birden yazarım. Ya da bir yazı yazıp kaçarım. Belli olmaz, tembellik, gelecek telefon, internet bağlantısı gibi birçok değişken var işin içinde. Nasılsa yazıyor olmamın kimseye faydası/zararı yok. Maksat görülenler, yaşananlar, hissiyatlar bir yerlerde yazılı kalsın, aman unutulmasın. Çok önemli çünkü. Aman.)

Bir buçuk haftalık deney sürecinden hemen önceki haftasonu, artık bir yerlere gitme lüksümün olmayacağını, zira çalışmam gerektiğini düşündüğüm dakikalarda aniden isyan edip yola çıktım. Zira fark ettim ki burada haftasonu oldu mu kimseden maillerine bakmasını bile bekleyemiyordun, bu durumda ben de Waterland'a gidebilirdim, kim tutabilirdi ki beni?

Waterland dediğimiz alan Amsterdam'ın kuzeyinde, Volendam, Marken, Edam gibi sevimli kasaba/şehirleri içine alan bir bölge. "Amsterdam'dan ayrıldıktan sonra ben buralara hayatta gelmem ki bir daha" cümlesi beynimde dönüp durmaya başlayınca ufak bir araştırma yapıp şöyle bir rota çizdim:


Bu civarlarda gezinen otobüs firmasının (EBS) Waterland bölgesi için günlük bir kartı var. Bu kartın ücreti 10 euro, ve kartı aldıktan sonra gün içinde istediğiniz kadar otobüs yolculuğu yapabiliyorsunuz. Her iki şehrin arası -genelde- 20 dakika civarı alıyor. Bu 20 dakika civarı alanlar kümesine Edam-Amsterdam dahil değil, ama zaten bütün gün yürüdükten sonra kırk dakikalık bir oturma süresi insana iyi geliyor.



 Yolculuğum dünya tatlısı otobüs şoförlerinin sattıkları bilet sayısıyla birbirbirlerine hava atmasıyla başladı. İlk durak Broek in Waterland adlı, gerçekten "şık" diyebileceğimiz, pek sevimli bir kasabaydı.


Çok sessiz yerleşim yerlerinin insana vediği huzur ile huzursuzluk karışımı bir duygu var. Yani, orada yürüdüğünüz noktada aynı anda hem huzurla dolup, hem de orada huzurla yaşayan insanların huzurunu kaçırma ihtimalinin huzursuzluğunu yaşıyorsunuz, bu durum sizi cümleleri huzur kelimesi ile doldurmaya zorluyor sonra. Etrafta hiçbir hareket olmayınca haliyle siz de hareket etmeye çekiniyorsunuz, müzede bir şeyleri kırıp dökme korkusuyla dolaşmak gibi bir şey bu.


Derken karşınıza gördüğünüz en büyük ikinci el kıvır zıvır mağazası çıkıyor ve antika bir insan olan siz, huzuru muzuru bırakıp "aleaaaoooaaaee" diyerek koşmaya başlıyorsunuz. Öyle bir ikinci el mağazası ki, için de motorsikletler falan bile var. 


Ehm, neyse ki yollar gözümü korkutmuştu, bu tuzaktan sadece bir Ilford Sportsman makina alarak kurtulabildim. İşaret etmediğim için bir otobüsün kaçışını izlemek zorunda kaldıktan yarım saat sonra ikinci bir otobüse binerek Monnickendam'a doğru yola çıktım. (Okuyana not: Siz muhtemelen farkındasınız, ben kırsalda olduğumu fark edemedim, Amsterdam'daki gibi "otobüstür nasılsa durur" diye düşündüm, çok yanıldım. El kol yapmak lazım.)

Neden bilmiyorum ama Monnickendam'da inmek istemedim, enerjimi ve zamanımı Marken ile Volendam'a saklamak istiyor, Edam'a da az biraz vakit kalsın istiyordum sanırım. Ama şehrin çıkışına doğru danalar gibi bir milli park ve hemen yanında Jachthaven adlı danalar gibi marinayı görünce otobüsten atlayıp koşuverdim.


Bir sonraki durağımız son derece turistik, ama bir o kadar da hoş olan adamız Marken'di. Otobüs bizi adanın merkezine, yaşam alanlarının hemen kıyısına bırakıvermişti. Cumartesi olmasından kelli bir sürü turist kafilesiyle, sabit bir yavaşlıkta adanın turistik limanına ulaştık. 

Tamam, iyi, merkez iyiydi, hoştu, ama ben adanın "plajına" gitmek istiyordum. Hava soğuktu, ama içimdeki kumsal aşkı bambaşkaydı, lakin bir sorun vardı; plaj benim varsaydığım yerde değildi; yeni bir varsayıma ihtiyacım vardı. Uzakta ünlü deniz fenerini gördüm, ve oranın plaj olduğunu varsaymaya karar verdim. Yaklaşık kırk beş dakikalık bir yürüyüşün sonunda elbette boyum yaklaşık 7 santim uzamıştı, ve plaj şöyle bir şeydi:

  
Ehm, yani yoktu da diyebiliriz...

Hollandalıların şu minik alana gelip "eneee resmen plaj, hadi kumdan kale yapalım" diye sevindiklerini gördükçe içimi bir hüzün kapladı sevgili seyirciler. O kadar hüzünlendim ki, vurdum kendimi kırsala. Kırsal da durur mu, yapıştırdı alerjiyi.

  
 
 
Kendi fotoğrafımı çekmiş bir insanım evet. Bu yürüyüşün yarı yolu, henüz ağzım ve burnum birbirine karışmadan önce. Dikkatli bakarsanız arkada, uzakta deniz feneri gözüküyor. İşte bu noktadan bir o kadar daha yürüyecek ve feribota vardığımda yaklaşık 18 kişinin hapşırma ve sümkürme eylemlerim nedenli tiksinerek ölmesine neden olacağım.



Marken limanından bindiğiniz feribot 5 euro tutuyor ve sizi 30-35 dakikada Volendam'a ulaştırıyor. Volendam dediğimiz de bildiğiniz Foça aslında. Güzel, canlı, sevimli bir kasaba.

Bu arada, balıkçılardan birine gidip, ilanda gördüğüm, içinde karides, yengeç, ton balığı olan büyük kaseden istedim. Aşağıda gördüğünüz soğuk şeyi, dolaptan verdiler. Bir an içimden "eüü" demiş olsam da hiç bozuntuya vermedim, "HAH TAM DA İSTEDİĞİM BUYDU" dercesine baktım kıza. Nitekim meğer bu minik porsiyon dünyanın en güzel, en lezzetli gıdasıymış be yahu.


Bu güzide kasabamızda da kaybolmayı başardıktan sonra Edam'a geçtik. Her yer kapanmıştı, ama bir bira ile bir sandviç çoktan aklımıza düşmüştü. Ve her aklımıza düştüğünde arkadan, ne kadar alakasız bir ruh hali olursa olsun "Set the Tigers Free" yankılanıyordu.
bkz. fotoğraftan önce dayanamayıp bir ısırık almak...

Edam da dünya güzeli bir kasaba, çok söylenecek bir şey yok üzerine...




Waterland yolları taşlı ise:

-Dediğim gibi, 10 euroya günlük otobüs bileti, 5 euroya ise feribot bileti alabiliyorsunuz (feribot gidiş dönüş aldığınızda sanırım sekiz buçuk euro tutuyor). Bu da eğer Amsterdam'daysanız ve bir gününüz varsa bu güzel kasabaları görmenin çok kolay olması anlamına geliyor.

-Diyecekler ki "Volendam'da Marken'de hep millet geleneksel kıyafetle geziyor", külliyen yalan. Geleneksel kıyafetlerin bir turizm aracı olarak kullanıldığı doğru, ama benim gördüğüm tek geleneksel kıyafetli insan Marken'de çöp atmaya çıkmış yaşlı bir kadındı, turizmden çok muhtemelen sevimlilik amacı taşıyordu. Rahatsız etmemek adına fotoğrafını çekmedim.

-Diyecekler ki "Volendam'da Marken'de hediyelik eşyalar hep çok ucuz olm", bu da çok doğru değil. Yani, Amsterdam'daki ortalama bir dükkandan ekonomik olabildikleri -kimi zaman- doğru, lakin Amsterdam'da da ucuz malzeme satan yerleri biliyorsanız, çok da büyük bir fark yok.

-Mümkünse haftasonu gitmeyin, her yer tur dolu oluyor. Namümkünse sorun değil.

-Volendam'da mutlaka balık yemeniz lazım. Edam'da ise Edam peynirini tatmanın türlü yolu var, ben tostu seçtim.

-Marken'e giderseniz zaten anlatacaklardır, ama adayı sürekli su bastığından kelli evler insan yapımı tepelerin üzerinde. Kıyıya gittiğinizde (liman değil de, benim plaj sandığım yerlere) yüksek setler göreceksiniz, ve hatta arkasında deniz olduğundan emin olamayabileceksiniz, misal. Evler çökmesin diye hep birbirine yaslanmış falan. İlginç memleket Marken.

-Bu kasabaların hepsi (eğer siz de benim gibi kilise gezmekten sıkıldıysanız) yarım saat, kırk beş dakika arasında gezilebilecek yerler. Ama aynı kasabalar (eğer siz de benim gibi kaptırıp yürümekten sıkılmıyorsanız) 2-3 saat oyalanılabilecek yerler. Hepsini aynı güne tıkıştırmak ya da tıkıştırmamak tamamen sizin seçiminiz, ama bence oluru var, ya da başka bir deyişle, ben yaptım, oldu.