23 Ekim 2011 Pazar

Portakal-zencefil

  • Ne zaman blog yazmaya meyillensem ülkemde üzücü şeyler oluyor. Van'a ne dileyeceğimi şaşırdım, geçmiş olsun desem dalga geçmişim gibi olacak, ölenlerin yakınlarının başı sağolsun desem, bu kadar kötümser olmak istemiyorum. Yine elimden bir şey gelsin istiyorum, yine bakakalıyorum. Yahu, çok üzülüyorum.
  • Daha çok üzüldüğüm, ve hatta üzülmekten çok biraz kızdığım iki durum var. Birincisi için buradan sevgili gazetelere seslenmek istiyorum: evet, anlıyorum, reklama ihtiyacınız var. Ama ben şehit haberlerini yahut deprem ile ilgili yazıları açmaya çalışırken, sayfa açılmadan önce gayet neşeli bir reklam koyunca o iş biraz tuhaf oluyor. En azından ben tuhaf hissediyorum, olaylarla birebir alakalı insanlar ne hissediyorlar onu tahmin bile edemiyorum. İkincisi, sevgili dostlarım, Kürt de olsa, Türk de olsa ölen insandır. Ha, öldüreni insandan saymayabilirim. Ama bir de başka bir insan olmayan kişi de, Van depremine sevinendir. Manyak mısınız siz?
  • Üzüntülü-kızıntılı bu hallerden sonra tabii ki LAYLAYLOYLOY. İki haftadır paylaşılmayı bekleyen Power to the Pipo konseri fotoğrafları var misal. Burada çok aktif bir sosyal hayatım olmasa da, festival buldum mu kaçırmıyorum sayın seyirciler, Power to the Pipo da Maastricht kaynaklı bir caz grubu, üç gün çeşitli bar ve publarda gerçekleşen JekerJazz Festivali kapsamında sahne aldılar. Beklentilerin oldukça üzerinde olduklarını söyleyebilirim:





  • Bu arada makalelerden birini okurken karşıma şöyle bir şey çıktı, kendi kendime eğlendim...
Bir an soyadımın Filipek olduğunu düşünün, n'olur yapın bunu ki hep beraber eğlenelim...

  • Bazen odadan çıkıp mutfağa bir şeyler atıştırmaya gittiğinizde aşağıda gördüğünüz manzaralarla karşılaşabiliyorsunuz. Mutfağımız kumara köle olmuş gençlerin barındığı, adeta bir ahlaksızlık yuvası. Gerçi bu önerme şu an geçerli değil, zira sınavların başlamasıyla herkes kuzu olup odasına yahut kütüphaneye kapanmış durumda. Gerçi bu söylediğim de de geçerli değil, zira yan odamda çığlık çığlığa Xbox oynayan 4-5 kişi sayabilirim. Hey gidi Parkweg, sen nelere kadirsin...
 

20 Ekim 2011 Perşembe

Canım ülkem, çok üzgünüm.

Ülkede olan olaylar sanırım ülkeden 3 saat uzaklıktayken daha çok etkiliyor insanı. 10 saat uzakta olsam nasıl üzülecektim bilmiyorum. Ne kadar üzüldüğümden gayrı bir şey de söyleyemiyorum. Kalkıp "intikam alınsın" diyecek, savaşın devam etmesini isteyecek değilim, ama içim acıyor be blogger. Tüm faşist duygularımdan sıyrılarak, Kürt kardeşlerimi de çok severek, bu insanları öldürmelerinin, annelerini, ailelerini üzmenin nedeni her neyse, nereden kaynaklanıyorsa bela okuyorum. Ben kimsenin ölmesini istemiyorum, ama ölenin arkasından susmak da istemiyorum. Kimseye ateş açılsın istemiyorum, ama bir arkadaşımın sözlükte kullandığı "or.spu çocukluğu" sıfatına sahip insanların hayatlarına hiçbir şey olmamış gibi devam etmesini de istemiyorum. Bu olaya karşılık verilmesini istemiyorum, ama bu olayın normalleşmesini de istemiyorum. İşte o yüzden, ne kadar üzüldüğümden gayrı bir şey söyleyemiyorum.

Hiç ilginç değildir ki internet üzerindeki bir sürü insan gibi ben de bu olayla ilgili bir şeyler yazıyorum, ve yine hiç ilginç değildir ki, bir sonraki yazıda kaldığım yerden konser fotoğraflarına, neşeli anlara, laylayloyloylara devam edeceğim. Hiçbir şey yapamamış (ha, ne yapacaktım o da soru işareti), bakakalmış olma hissi ise her zaman içimde baki kalacak.

12 Ekim 2011 Çarşamba

Arada böyle yazılar da lazım

  • Bu fotoğrafı Bruis Festival fotoğraflarına bakarken buldum. Hayır, her festivalde bu kadar sıkıcı bir insan olmuyorum. 
  • Kahve diye aldığım şey kahve aroması çıktı. Süte koyduğum için çok içilmeyecek gibi değil, ama yine de çok mutsuzum.
  • Buna ek olarak Selçuk Erdem ne güzel bir insandır? Bütün gün güldüm şuna:


  • O değil de uzun zamandır Ali Bey ile başbaşa yemek yiyememiştik, çok iyi oldu o...




10 Ekim 2011 Pazartesi

Süpermegaçılgınbitpazarı



Koleksiyonerlik ilginç bir şey, mesela ben ailecek koleksiyoner olduğumuzu babamın ofisini boşaltırken fark etmeye başlamıştım. Ne yazık ki bizler iyi koleksiyonerler değildik, hatta içten gelen bir "toplama, biriktirme" arzusunu ve onları atamamayı koleksiyonerlikle karıştırıyor bile olabilirdik. Biz, bulduğumuz her ilginç nesneyi, güzel tasarımları, hoş broşürleri, posterleri, kitapları, objeleri, bedava bulduklarımızı, para verdiklerimizi, her şeyi ama her şeyi toplayıp çeşitli dolaplara yerleştiriyor, arada bakıp "vay anasını" diyor, sonra tekrar kaldırıyorduk. Toplananların ilgi çekme aşamasında herhangi bir konu kısıtlaması ya da bir sistem yoktu, koleksiyonumuzda bmx bisiklet de vardı, güzel şapkalar ve ilginç gözlükler de. 

Yani, bizler sistemli giden, sınıflandıran, yaptığı koleksiyonu gerçekten gösterebilecek insanlar değildik. Müze kursak kurardık, ama ne müzesi kuracağımız belli değildi. Bir de buna benim eski zımbırtılara olan saçma ilgim, ve estetik anlayışımdan 80ler ve 90ları çıkarmış olmam eklenince evimize sığamıyorduk. Buna rağmen, evet, bit pazarlarına gitmeye, oralardan akordeon falan bulmaya devam ediyordum.

Cumartesi günü de buraların kongre merkezi olan MECC'te kurulan dev bit pazarına (ya da daha uygun bir deyişle bit fuarına) gittik Raquel ile birlikte. Bütün masaları gezmemiz 4 saatimizi aldı.






Tabii ki belli bir kategoriye yönelmiş tezgahlar mevcuttu, bazı tezgahlar sadece plak, bazıları sadece kıyafet, bazıları da yukarıda da dikkatinizi çekecek şekilde, çoğunlukla saat satıyordu. Bazı tezgahlar oldukça düzenliyken, bazı tezgahlarda elinizi kolunuzu kaybedebiliyordunuz. Benim serçe parmağımı bulabilmem 20 dakika aldı mesela bir tezgahta...

Ama bence en güzeli alakasız ıvır zıvırın, elektroniklerin ve eşyaların, eskilerin ve biraz daha yenilerin bir arada bulunduğu saçma sapan masalardı. Söz konusu masalar fiyat açısından dengesiz olabilse de bulunan nesneler açısından oldukça etkileyiciydi.

 
 Misal şu güzide Pikaçu ile Jesus Christ ilişkisine bir bakalım...


Eskiye ne zaman değer vermeye başladım, ne zaman antika bir insan oldum bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey varsa, doğru dürüst devam ettirebildiğim iki koleksiyonumu oluşturan plak ve analog makinalar konusunda hep şanslı oldum. Bugün plaklardaki şansıma değinmenin yanısıra, aslen makinaları tanesi 5€dan satan, ama koleksiyonum olduğunu söyleyince hepsini 15€ya veren adamı anacak ve eve sırıtarak dönmemi vurgulayacağız...



4 adet 35 mm, 2 adet orta format var kullanabileceğim. Filmlerini muhtemelen bulamayacağım, bulsam da banyo ettiremeyeceğim, ettirebilsem bile parasal açıdan göçeceğim 2 adet 126 (biri Bilora, diğeri Kodak Instamatic 100), 2 adet de 110 film kullanan makinem mevcut, ama olsun, bir şekil modifiye edilir onlar da.
Bu arada plakları merak edenleri de şöyle alalım:




 Bu da, olası erkek okurlarımıza bir pazarından bir hediye olsun:


7 Ekim 2011 Cuma

Kahvesever



Önce hemen hatırlayalım, Coffeelovers Maastricht'in açtığı yarışmaya yukarıda görmüş olduğunuz fotoğrafla katılmış, ve hatta bir yıllık ücretsiz kahve hakkı kazanmıştım (acaba kazandığımı buraya yazmış mıydım?).

Bugün (ki gerçekten çok keyifli ve güzel bir gün) ödülümü almaya Coffeelovers'a gittim. Aslında beklentim oldukça düşüktü, zira içebileceğim kahvenin sadece filtre kahve olduğu ve kahveleri ancak öğrenci işlerindeki şubeden alabileceğim gibi dedikodular dönüyordu, ancak şubedeki iki hanımkızımız beni büyük bir tezahüratla karşıladılar. Tezahüratı bırakın, öyle bir gaz verdiler ki ("Sen ne kadar değerli bir şey kazandığının farkında mısın?", "Resmen baya kâr ettin!", "Seni çok kıskandık biz yaa...") adeta sayısal lotodan 6 tutturmuş havasıyla çıktım öğrenci işlerinden.


Aşağıda fazlasıyla sevimli paketimi, ve paketin içindeki çogzel şeyleri göreceksiniz. Maastricht dolaylarına gelirseniz kahveniz benden. Ayrıca evet, bugün ilk ücretsiz kahvemi de içtim, çekinmedim:)




4 Ekim 2011 Salı

Nocturne

Gezmeyi pek sevsem de, oturduğum yerden kalkma bölümü beni biraz zorluyor hep, bu durumumu "Ooo, Maastricht tam da Avrupa'nın göbeğinde, şimdi ne biçim gezersin sen" diye içinden geçiren tüm gönül dostlarına armağan ediyorum. Yine de belirtmek isterim ki, beraber bit pazarı bulmak için Allah babanın unuttuğu yerlere gelebilen, muhabbetin %80ini gülüşmelerin oluşturduğu Raquel gibi gençler olunca odadan çıkmak daha kolay oluyor. Buna bir de "NE, DÖRT GÜN TATİLİM VARSA BİR YERLERE GİTMELİYİM" gazından sonra, gitmeye üşenilmeyecek bir yer bulamamanın hayalkırıklığı da eklenince günübirlik geziler kaçınılmaz oluyor.

(Bu uzun ve açıklayıcı paragraf sonrası "İyi de nereye gittin dost?" dediğinizi duymaz gibiyim... Niye sormuyorsunuz lan?)

Gelişen bir takım olaylar sonucu Raquel Hanım ile kendimizi Belçika sınırları içindeki Liege'e gitmek üzere tren istasyonunda bulduk, planımıza göre tren yoluna oldukça yakın gözüken bit pazarına gidecek, biraz ıvır zıvır karıştıracak, biraz fotoğraf çekecek, sonra şehir merkezine geçip çok geç olmadan sevgili şehrimiz Maastricht'e geri dönecektik. Planda olmayan kısım, bizim Maastricht haritasına alışık bünyeler olarak her yeri dümdüz ve yakın zannediyor olmamızdı; zira bit pazarı uzakta olmakla kalmıyor, bir de bizi ruhsal keşiflere zorlayan bir takım uzun ve dik yokuşların sonunda bulunuyordu. Neyse ki bit pazarına inancımızı o kadar kaybetmiştik ki, söz konusu pazarın dandikliği bile pazarın gerçekten var olmasından duyduğumuz sevinci gölgelemedi.


Ivır zıvır seven bir insanım. Allah kahretmesin ki hayatım ıvırlar ve zıvırlarla geçiyor. Nitekim bit pazarında akordeon bulunca almak farz oluyor ("Çalarım ki ben bunu?"). Eğer gerçekten iyi bir çocuk olursanız, yazının sonunda akordeonla ilgili bir açıklama sizi bekliyor...


Liege'e gelince, kendisi orada burada yazılanlardan okuduğum kadarıyla pek özellikli bulunmayan, pek sevilmeyen bir şehirmiş. O sevmeyenlerin hepsinin alnını karışlarım. Ama alın karışlama bölümünden önce çok kısa ve madde madde bilgi vereyim ki, olur da Maastricht'ten gitmeye kalkan olursa az çok neyle karşılaşacağını bilsin.

  • Liege tam bir İstanbul, büyüklük olarak değil, ama yapı olarak. Tarihi dokuyu ve o dokunun yaşatıldığını hissediyorsunuz, ama modern yapı ile tarihi yapılar şehirde iç içe geçmiş durumda. Yani Maastricht'teki tek tip evlerden sonra, ve ülkemi de az çok özlediğim anlarda Liege'de bulunmam fazlasıyla iyi geldi diyebilirim. Hayır, temiz bir şehir değil, planlı programlı değil, her an her şeyin olabileceği, doğal bir şehir. Doğal, evet.
  • Maastricht'ten Liege'e gidiş-geliş oldukça ekonomik. Günübirlik geziler için oldukça hoş o nedenle. 
  • İnsanların çoğu İngilizce bilmiyor. Ben nedense İngilizce bilinmeyen yerleri daha çok seviyorum sanırım, ama Fransızca ya da Flamanca bilmiyorsanız gerçekten işiniz zor. Zira Liege sakinleri inanılmaz yardımsever, yardım etmek için her şeyi yapıyor, ama sizin Fransızca anlamadığınızı hiç hesaba katmayarak sizinle Fransızca konuşuyorlar. O noktada ben ortaokul Fransızcama sarıldım az çok. Bu da böyle bir uyarı.
  • Ekim ayı boyunca ana tren istasyonuna yakın bir  noktadan şehir merkezine giden bir yol tamamen fuar zımbırtılarıyla, tüfekle hedef vurma oyunlarıyla, pamuk şekerlerle, saçma sapan bilimum şeyle dolu oluyor. Ödüller baya iddialı, ama yeterince öğrenciyseniz pek ilgilenmiyorsunuz, sadece içinden geçmek eğlenceli oluyor...
 
  • Cumartesi günkü bit pazarına gitmeyin, gerçekten değmez. Bit pazarı istiyorsanız cuma günküne gidin. Ben daha gitmedim ama gitmek lazım. Bir de pazarları La Batte adında panayırvari ortamlar söz konusu.
  • Gitmeden önce mümkünse gitmeyi düşündüğünüz günlerde neler olduğuna bakın, gününüzü ona göre ayarlayın. Bu çok basit gibi geliyor, ama biz planlı gittiğimiz halde gittiğimiz günün "Nocturne" olduğunu bilmiyorduk-ki kaçırmak yazık olurmuş. 400 basamak tamamen mumlarla süsleniyor, ve size de olayın bu olduğu söyleniyor, ama değil, o 400 basamağa giden ve çevresindeki ara meydanlara çıkan yollar mumlarla aydınlatılıyor. Sokaklarda barbeküler kuruluyor, sokakta içki satılıyor, daracık sokaklara girerseniz (az önce lafı geçen) minik meydanlara (avlu da denebilir) çıkıyorsunuz ve o minik meydanlara açılan evleri görüyor, onlardan yiyecek içecek alıyor, hatta bahçelerine oturuyorsunuz (ki söz konusu evler inanılmaz güzel), farklı tarzlarda minik konserlere denk geliyorsunuz. Herkes sokakta, herkes keyifli, resmen Maastricht'e dönmek istemiyorsunuz.
  • "Aa market varmış, dur bir şeyler alayım da açlığımı bastırsın" diye Carrefour'a girmeyin. Pahalı. Albert Heijn'den daha pahalı, öyle diyeyim.
  • Belki ben abartıyorum, ya da heykelle saçma sapan bir bağ kurdum, ama aşağıda gördüğünüz Lucifer heykeli uzun zamandır gördüğüm en güzel ve etkileyici heykel olabilir. Kendisi katedralin içinde bulunuyor ve aslında çok bir özelliği yok, zira Raquel'in söylediğine göre Belçika'daki başka kilise ve katedrallerde de aynısı mevcut. Ama çok güzel. Zaten Katedral de güzel.

  • Merkezden ana istasyona gitmeyi Şişli'den ya da Taksim'den Sirkeci'ye gitmek gibi düşünün, hem muhit olarak hem de uzaklık olarak. O yüzden tren saatlerine dikkat edin, ona dikkat ettikten sonra bir de normal saatinize dikkat edin ki bizim gibi saçma sapan koşturmak zorunda kalmayın.
Diyeceğim o ki Liege çok sevdiğimiz, fazlasıyla doğal, kendi halinde bir şehir. Buraya kadar okumuş güzel insanlara ise şöyle bir hediyem var akordeonla ilgili-evet, aldığımın ertesi gününü akordeonu çözmekle geçirdim...



 

Dipnot: Çatır çutur duyduğunuz sesler akordeonun tuşlarına bastıkça çıkan sesler. Kulağınızı paralamasın diye tek tek frekanslarıyla oynadım, değerimi bilin. Laptop mikrofonuyla, olduğu kadar...
Dipnot 2: RSSte gözükmüyor, daha da iyi bir insan olup ayrı sayfada açmanız gerekebilir. Bunu yapmak istemezseniz de sizi sevmeyecek değilim...