24 Temmuz 2009 Cuma

Yunanya II


Hayatım bu insanlarla, inanılmaz tatlı bir rutin içinde geçiyor. Arkada Vasilis ile Yorgo, önde Tara ve Vanya. 5 gün olmasına rağmen (zira blogu yazdığım akşam Tara yemekte yanıma gelerek hayatımı kurtardı) sanki aylardır buradayım, ve sanki önümde daha aylar olsa aynı şekilde yaşayabilirim. Her gün sabah kalk, kahvaltı et, derse git, yemek ye, boş zamanın olsun biraz, sonra tekrar derse gir, tekrar yemek ye, tekrar derse gir (ama Yunanca olduğu için anlayama) ve kasabaya in. Kısa vadeli olduğu için mi bu kadar tatlı geliyor onu bilmiyorum, ama dün Tara'yla konuştuk aynı şeyi, çok erken bitiyor her şey, hani 4 günde herkesin toparlanıp evine yurduna dönecek olması çok tuhaf.


Her neyse. İlk animasyon denemelerimi yaptım, pek eğlendim, tahmin ettiğimden daha iyi oldu hatta. Arkaplan renklendiriyoruz bir de. Şimdi sınıfça Kalavrita'yı tanıtan bir animasyon yapacağız ama ne olacak bilemiyorum şimdi:) Ayrıca dün diğer Türkler de geldi, artık bir oda arkadaşım var ve burada bizden birilerinin de olması güzel bir şey.


Ayrıca, şu beş günde öğrendiklerim:

  • Yunanlılar çok tatlı insanlar.
  • Sabahları sıcak su yok. Bunu iki kere buz gibi duş aldıktan sonra öğrendim.
  • Bir süre sadece İngilizce konuştuktan sonra annenizle konuşacaklarınızı bile İngilizce düşünmeye başlıyorsunuz, çok fena bir şey. Oda arkadaşım ben yokken gelirse diye not bırakacaktım yatağına, sürekli İngilizce yazacağımı düşünüyorum, halbuki kız Türk.
  • Bir süre sadece İngilizce konuştuktan sonra Türkçe konuşabildiğiniz ilk kişiyi çok fena kilitliyorsunuz, ben dün bunu gördüm.
  • Yunanlılarla aynıyız lan. Baya bildiğin aynıyız.
  • Beş gündür buradayım, 5 tane Yunanca kelime biliyorum. Yorgo bana Yunanca yazı okutmaya çalışıyor ama olmuyor. "Kalimera, tikalis, kala, ne, ohi"den ileri gidemedim, ama herkes merhabayı, iyi akşamları öğrendi. Ayrıca Vassilis Fransızca anlatıyor, ben İngilizce cevap veriyorum, garip iletişim yolları, naparsın...
  • Şu beş günde 2 Yorgo, 3 Vassilis tanıdım ya, Yunanistan seyahatim anlam kazandı. Dimitri de var, ama onun da bu anlama katkıda bulunabilmesi için en az iki üç tane daha Dimitri tanımam lazım.
Figür 1.a - Yunanistan'ın her yerinde rastlayabileceğiniz normal insanlar; Vasilis ve Yorgo.

20 Temmuz 2009 Pazartesi

Yunanya


Emir Bey bize kimi toplar atmış kendi blogundan, bize de elbet o topu göğüste yumuşatıp başka arkadaşa paslamalar yaraşır, zira bireysel oynamak kötüdür, futbol bir takım oyunudur. Konumuz itiraflar, evet, ama Yunanistan gibi bir konu da var elde, hayırlısı.

  • Korktuğumu itiraf edebilirim sanırım en başta. Üç hafta önce "laylay loyloy Yunanistan'a gidiyorum, heyo" derken, 4-5 günde, telefonla konuştuğum sevgili Yunan feribot görevlisinin İngilizce bilmediğini fark edince paniklere gark oldum. "Yahu tek başıma gidiyorum, hadi Sakız tamam, Atina da tamam, turistik mekanlar bunlar, ama Kalavrita'ya nasıl gideceğim ben insanlarla anlaşamadan?" dedim kendime.
  • Nitekim korktuğum başıma da geldi. Özellikle Kalavrita'ya geldiğimde kimselerin İngilizce bilmemesi büyük bir sorun haline geldi; otele sordum 'turistik' diye, onlarla da iletişemedim. Üstelik söz konusu İngilizce bilmeyenler şehirlerindeki üniversitenin yerini de bilmiyorlardı, daha doğrusu belki ben derdimi anlatabilsem anlayacaklar ve yardım edeceklerdi ama karşılıklı debelenip durduk. Neyse ki az İngilizce bilen bir hayırsever beni arabasıyla bıraktı (ve hayır, o da bilmiyordu, aradık bulduk).
  • O değil Kalavrita'ya kadar kimseye sormadan geldim ya, evet itiraf ediyorum, egom bi şişti benim. Sonra otobüste bi iki saat uyuyunca düzeldi.
  • Ayrıca ilk defa bu kadar turisttim, herkeste bir ilgilenme, bir memnun etmeye çalışma söz konusuydu yolculuk boyunca, ehah. Tabii şimdi nerde, Kalavrita'da exchange öğrenci konumundayım resmen. Hani siz hocanın dersi Türkçe anlatmasını istersiniz, ama sınıfta exchange öğrenci vardır ve sırf onun için hoca İngilizce anlatmaya çalışır ya-hah işte o nefret ettiğiniz exchange öğrenci benim. Ve hoca sırf benim için İngilizce anlattı. Vicdan azabı çekiyorum lan.
  • Kalavrita demişken, Yunanların "Kalavrita" diye adlandırdığı bu kasaba Türk halkı tarafından "aaa itin götüne kasaba yapmışlar" şeklinde de tanımlanabilir. Kasaba güzel, kaldığım yer güzel, süper, tamam da, bu ne lan? Kasaba kuracak başka yer bulamadınız mı? (Not: burası kayak merkezi bu arada normalde).
  • Kabul ediyorum; sigara acaip bir sosyalleşme aracı. İtiraf ediyorum; sigara içiyor olsaydım iki saatte kampın yarısıyla muhabbet kurmuştum. Ama ben ne yapıyorum, odama gidip blog yazıyorum. Aferin bana.
  • Ha, bir de internet sahibi olan nadir odalardan birine sahibim. Niheheheheh...
  • Bu da Vanessa, dünya tatlısı bir insan kendisi. Sağolsun, bana dönüşte Atina'da gezeceklerimden yiyeceklerime kadar her şeyi anlattı. 18 saatin 12sini yalnız geçirmememi sağladı. Yemedi yedirdi, içmedi içirdi. Ki bunları yapmasa da tatlılığından bir şey kaybetmezdi sanırım. Dönüşte uğrayayım bari yahu.
  • İtiraf temasından biraz uzaklaşmış olsam da elimden geleni yaptım aslında, gerçekten. 10 dakika sonra yemeğe inmek gerekiyor, sonra bir konuşma, sonra da iki saat animasyon seyredicez, ehaha...

18 Temmuz 2009 Cumartesi

Lemur - Live at Taşoda vol.3


Unuttum zannettiniz, boşverdim zannettiniz, ama yo dostum yo, sadece yeterli hızda bir bağlantıya yeni ulaştım. Ve "Lemur'un konserindeki diğer şarkıları da dinlesek de hayatımız anlam kazansa" şeklinde debelendiğinizin farkındayım. İşbu yüzden, Yargı'nın da yolladığı Lemur fotoğraflarıyla süslenmiş son bir Lemur çılgınlığı sizleri bekliyor, kalan 3 şarkı da Lemurseverler ile buluşuyor.



=Yedi

Bu, neden bilmem, Deniz Hanımın en sevdiğim bestesi diyebilirim. Hani neşe, hüzün falan bir yana, bilmiyorum, güzel lan. Yani evet, zorlanıyoruz bazen, ama güzel.
Bunlar da sözleri:

Kayboldum dersin
Saklandın kör kuyuya dipsiz
Hep saklardın ceplerinde bir şeyler, gizlice...

Kayboldun, sessiz.
Gittin, üstelik
Unuttun cebindeki düşleri....

Bir yağmur üstüne doğan siyah beyaz kuşak
Renklerin nerede?

Bas çalarken dünyanın en suratsız, şarkı söylerken dünyanın en eblek insanı oluyorum. Niye lan? Ühü...

=Tatil

Şarkının müziği Deniz'e, sözleri bana ait. Hatun zaten direkt 'tatil' adıyla kaydetmiş ve yollamıştı şarkıyı. Aslen Lemur'un Çeşme'deki gruba isim bulma çabasını anlatıyor olabilir, olmayabilir de tabii. Ayrıca bunun sözlerini başındaki diyalogla beraber yazmak istiyorum:)

-Çıkar mızıkayı çıkar mızıkayı
-Çıkarttım!

Bu sıcak havada doluşmuşken arabaya
Hiçbir beklenti yok aklımızda
Bilincimiz açık, belki biraz fazla
Ya da tamamen kapalı, mutsuz oluruz yoksa

Herkeste bir kumsalın hayali, gidiyoruz acelemiz yok
Herkeste beraberliğin keyfi, gidiyoruz yavaşça

Bu sıcak havada doluşmuşken arabaya
Komik bir şarkı çalıyor radyoda
Söylüyoruz bir ağızdan-Daddaridda dadaridadda daradda
Susmamamız lazım, mutsuz oluruz yoksa

Çalarken poz veren adam Ergin. Adam sıkılıyor tabii arkada. Boş zamanlarında da ölçü başına ritm değiştiriyor. Çokacaip.

=Çokacaiplan

BU ŞARKININ SÖZLERİNİ ERGİN YAZDI. Evet, bunu her konserde tekrarlamak istiyorum, ama artık engelleniyorum. Ki şunu söylemem lazım, her şarkıda hepimizin katkısı var, ama hepimizin beste olarak eşit katkıda bulunduğu bir şarkı bu. Ergin sözlerini yazdıktan sonra ben vokallerini besteledim (ki ilk hali oldukça komik), Deniz bütün gitarlarını besteleyip düzenlemesini yaptı. O yüzden bu şarkıyı seviyorum. Bir de bu konserde ara ara kendimden geçmiş olsam da, bu şarkıyı söylemek baya eğlenceli, eheh.

Cümleler vardı kafasında
Sıkışan ikilemler arasında
Çözmek değil onun istediği
Tüm sorun kuralların belirsizliği

Sorular vardı haykırışında
Anlamsız boş bakışlarla
Farkına varıp gidemediği
Tüm sorun onun tepkisizliği



That's all folks. Konser bitti, daha doğru dürüst kayıtlarda görüşmek üzere:)

15 Temmuz 2009 Çarşamba

Zibidi


Bunu ne zamandır yükleyeceğim, unutup duruyorum. Tabletle tamamladığım ilk hede olur kendisi. İkinci hede Remzi Bey'in Sandman temalı doğumgünü hediyesi oldu, aha o da şöyle bir şey:

Vesileyle Sayın Şenel'in doğumgününü bir kez daha kutluyoruz, evet evet, hep mutlu olsun istiyoruz.

Sırada Emir Bey'in görseli var ama biraz zorluyor şu an beni, daha doğrusu Emir Bey'in kafasındakini kağıda (ekrana) geçiremiyorum, ama olsun, bir şekil olacak o işler de, değil mi?

Ayrıca ev içinde bana ölesiye trip atan, sonra üzülüp yanağımdan öpen, yavşayan bir köpeğim var. Bunu ben kapıyı yeşile boyarken, her tarafım yağlı boya olmuşken yapması da ayrıca güzel. Ben de ona yavşamak istedim ama boya bulaştırmak istemedim, buna rağmen, evet, şu an köpeğimin sırtında yeşil bir benek mevcut.

14 Temmuz 2009 Salı

Ayşegülnazcan İstanbul'da 2 bölüm 4: Ayşegülnazcan artık İstanbul'da değil ki, nihehe...

Çeşme'ye döndüm, karasineklerle boğuşuyorum, ama mutluyum.
Bunlar da kalan kimi hoşsadalar:)








Cem Bey'e buradan selam ederim; ben suyun altında gözlerimi açmaya gidiyorum...

12 Temmuz 2009 Pazar

Ayşegülnazcan İstanbul'da 2, bölüm 3: itsdıfaynılkauntdaun

Neymiş nolmuş???

Herkesi gördüm son 4 günde. Mona Teyzemde kaldım, Aysel Teyzeme uğradım, sırasıyla Görkem, Ergin ve Remzi'yi ziyaret ettim-ki son ikisi yeni eve çıkmış insanlar ve hatta sonuncusunun o gün doğumgünüydü, tekrar kutlayayım buradan. Hediyeler verdim, hediyeler aldım, iki koleksiyonuma da önemli katkılar oldu bu sayede, pek mutluyum. Konser verdik, kişisel olarak kendimi bu konserde çok beğenmesemde gayet keyifliydi, akabinde kimi alkollü dakikalar, ses insanı Görkem'i kitlemeler... Ha bir de Can't Touch This dansı yaptım ben, evet, yaptım. Ayrıca fark ettim ki, seksenlerden ölesiye tiksinirken, iş eğlenceye gelince yine en çok seksenlerde eğleniyorum. FAK.

Dün ise Lemur buluşması yapalım dediydik, ama sevgili bateristimizin stüdyosu olduğundan, bir de kendisini aslında sevmediğimizden Deniz ile buluştuk, yeri geldi limonata içtik, yeri geldi masayla jingle bells çaldık. Zeka seviyemiz bir ara o kadar düştü ki "biraz daha böyle devam ederse insanlara zararlı hale geleceğiz" düşüncesiyle kahve içelim dedik, sonra çay içtik, sonra da evlere dağıldık. Ve evet, Pizza Hut'taki davşanı bıraktık, ama Uygar sağolsun, hepimizin kinder oyuncakları vardı.

Bugün ise Oylum Hanım'ı sette ziyaret ettik, ancak kimi şanssızlıklar nedeniyle kuzenimin programını yediler, biz de boynumuz bükük eve döndük. Bu arada YKY Kipling'in Jungle Book adlı kitabını "Cengel Kitabı" olarak çevirmiş, ama nedendir bilmiyorum. Eğlendim, bir yandan da YKY diye saygımdan bi şey diyemiyorum. Bir bildikleri vardır herhalde.

Yarın Çeşme'ye dönüyorum, mutluyum. Yarın çok işim var mutsuzum. Meh.

Dipnot: fotoğraflar yüklenmiyor, ama bunun yarını öbür günü var. döverim blogger seni.

9 Temmuz 2009 Perşembe

7 Pink Floydlar ve 2 Prenses, Life Roof'ta.

"Everything is green and submarine..."

Ayşegülnazcan İstanbul'da 2, bölüm 2: Üç öğün elma





Yiyen ben değilim, eniştem. Aytaç Teyzem evde olmadığı için yemek yapan yahut kahvaltı hazırlamakla uğraşan yok, üşengeçlik de insanı sürekli elma yemeye itebiliyor (kendi yurt yaşantımdan biliyorum). Ben dolaptaki ballı mısır gevreğini keşfettiğimden beri daha mutlu bir hayat yaşıyorum, ama eniştem bu sabah "artık elma yemek istemiyorum resmen iğrendim artık" diyordu. Teyze nolur geri dön artık. Ev halkı aç.

Efenim dün ani bir telefon görüşmesi sonucu Emir Bey'le buluşup Taksim'e aktık. Emir Bey sağolsun, geleceğimi çeşitli ülkelerin konsolosluklarına duyurmuş, konsolosluklar da folklor ekiplerini beni karşılamak için Taksim'e göndermişler. Pek mutlu oldum, Hindistan, Yunanistan, Polonya falan derken (ve ülkeler arasında bir bağlantı kurmaya çalışırken) bu festivalin tadını çıkardım. Emir Bey'e de teşekkür ettim.


"Halay evrenseldir" - Emir Aksoy

Bu anlamlı konvoydan geçtikten sonra birden fark ettik ki yanımızda HTR hocamız Barış Zeren yürüyor-ki kendisi gerçekten çok sevdiğimiz bir hocamızdır. Kendisini bizimle çay içmeye ikna ettik (gerçi onun da vakti vardı), ben politikadan anlamayan bir insan olarak hocanın projesini anlamaya çalıştım (ve başardım) ve anlamadığımı iddia eden kimi dış mihraklara da "SİZ DE PSİKOLOJİDEN ANLAMIYOSUNUZ Kİ" diye çıkıştım. Barış Bey'i uğurlarken arkasından konuştuk biraz, dedikodusunu yabdık. Bu hoca hep böyle bizim arkadaşımız olsun dedik.















Ne diyorduk? Emir Bey'in misafirlerini karşılamak üzere mekandan hesabı ödeyip kalkmamız, ancak misafirlerin de mekana geleceğini öğrenince aynen gerisin geri oturmak zorunda kalmamız muhteşem bir an olarak tarihe yazıldı. Her muhabbet gibi, bu muhabbet de bitti, herkesin eve dönme vakti gelmişti, ben ise SMV konserine doğru yola çıkmıştım.

Konserle ilgili hiçbir yorum yapmak istemiyorum, ama söyleyeceğim her şey yoruma girecek. Neydi o öyle. Konser sonrası 7pf2p'den Erhan ve Barış'la konuştum, konser vermekten vaz mı geçsek diye tartıştık. Neydi o öyle. Naptınız lan siz. Bas çalmaya başladığım güne lanet ettim. Neydi o öyle.


Dipnot 1: Konseri yalnız izledim, güzeldi. Ama konserden Taksim'e gece yalnız yürümek o kadar güzel değildi.
Dipnot 2: Adın Aykut'tu yanlış hatırlamıyorsam. Çok kötü hissettiğim bi anda beni nasıl mutlu ettiğini bilmiyorsun sen. Teşekkür ederim sana çok:)

7 Temmuz 2009 Salı

Ayşegülnazcan İstanbul'da 2, bölüm 1: Kendinden fotoşoplu fotoğraf makinası



İki gündür İstanbul sınırları içerisinde fink atan bir insanım. Gerçi, İstanbul ve İzmir'deki hayatlarımın iki ucu temsil ettiği doğrudur, İstanbul'da danalar gibi koşturduktan sonra İzmir'de hareket etmeden bir hafta geçiriyorum mesela, ama şimdilik İzmir'deki über tembellikten sonra İstanbul ucuna tam yetişemedim. Gerçi bunda Oylumla beraber Tarabya'da kalıyor olmamın, dolayısıyla ulaşım konusundaki üşengeçliklerimin de etkisi var.


Ama İstanbul güzel elbet. Dün Santana konseri (buradan Dünyacan'a ve Yılmaz ailesine tekrar teşekkür ediyorum), bugün Etiler'de kendi kendine ev bakmaca ve manzarada çok özlenen yurt insanlarını dürtmece. Akabinde otobüste Taha'yla seviyesiz dakikalar ve 7pf2p provası.

Bütün bunlardan çıkarılacak sonuçlar:
1-7pf2p konseri nasıl geçecek hiçbir fikrim yok:) Zira kozmik bir saçmalama mevcut, evrenin tüm dengeleri bize "konsere çıkmayın" demeye çalışıyor, Barış parmağını incitti, Çağrı hastanede, mekanın ses düzeni yüzünden "gruptan kimi atsak ki" tartışmaları dönüyor. Yine de yeni mekanda çalıyoruz, o da bir şey.

2-Bugünkü fotoğraflarla gördüm ki, fotoğraf makinam jpeg çektiği zaman kendinden fotoşoplu bir makina. Hatta suluboya filtresi bile uyguluyor olabilir, o derece. Gerçi lensten de kaynaklanıyor olabilir, olay o değil ama. Kendinden fotoşoplu makina ne lan. Bari bi sorsaydı yapmadan önce.

3-Yarın SMV konseri. Peki ya ben nereden izliyorum? Merdivenlerden:) İşte bu da merdivenlerden izleyen gencin trajik hikayesi:

Her halinden belli; ezik...

3 Temmuz 2009 Cuma

Tommy can you hear me?

1-Dikkat; ağır spoiler içerir.
2-Dikkat; çok uzun ve sıkıcı, hele ki filmi izlemediyseniz hiçbir şey ifade etmeyecektir sanırım.
3-Dikkat; bunu kendi düşüncelerimi netleştireyim, sonra da belki bi işe yarar diye yazdım ama neden yayınlıyorum hiçbir fikrim yok.
4-Dikkat; değinilmeyen çok nokta var ve muhtemelen yaptığım tüm yorumlar yanlış.
5-Dikkat; The Who candır.

Hiçbir konuda ahkam kesmeye kendimi yeterli görmüyorsam (ki gayet ukalaca kesiyorum yine, o ayrı bir konu), sinema en ahkam kesemeyeceğim konu olabilir sanırım. Hadi derseniz “kadraj madraj”, he, derim, ondan biraz anlıyorum, renkleri yorumlayabilirim, görselliğe bakabilirim, ama kalkıp filmin kurgusunu, içindeki etkileyici diyalogları, ıncığını cıncığını analizlemişliğim yoktur. Evet, sinemada felsefe adlı dünya tatlısı Yıldız Silier dersini de aldım, ama oradaki mini-analizlerim bile hep yetersiz gelmiştir bana.

Ama, işbu sessizliğimi bir filmle bozacağım. Evet evet, asla sonuna kadar okunmayacak yazılar derneğine hoşgeldiniz. Bugünkü konumuz The Who’nun aynı adlı albümünden yola çıkılarak çekilmiş (ve sahneye koyulmuş) olan Tommy. Bu filmde sembollere doymakla kalmayacak, bu sembollerin altını kazacak (yalan), Tommy’nin hayatından adeta kendimize dersler çıkaracağız. Hatta bunu yaparken diğer yorumları hiç mi hiç okumayacak, el yordamıyla yolumuzu bulmaya çalışacağız. Evet, sevgili okuyucu, muhtemelen sonuna kadar okumayacaksın ama ben kendimi rahatlatacağım, yarın öbür gün sorarlarsa “evet, ben de film analizledim” diyebileceğim.

Efenim, doğanın kucağındaki sevişmeler ve sonrasında eşin savaşta ölmesi, bu savaş sahnelerini ve savaşı sembolize eden her yeri hızlı hızlı geçiyorum (yönetmenden özür dileyerek) ama şuna takılıyorum: neden kafeste yatıyorsun be kadın? Hissiyatını mı simgeliyor o kafes? İşte bu detaya takıldığınız zaman, "hmm, o zaman her şeye psiko-sembolik (az önce uydurdum bu kelimeyi) bakayım da gönüller şenlensin" diyor, ve filmi o gözle izliyorsunuz. Dolayısıyla, ana-oğul gayet saf ve temiz niyetlerle tatil köyüne gittiklerinde, muhtemelen sadece jimnastik yapan kadınlar öne eğilip kalktıkça (sanki ortada tek başına duran çocuğun geleceğini gösterircesine) Tommy’e tapıyormuş gibi gözüküyor size.

Ya da Bernie (üvey baba) gerçek babasını (kazara?) öldürdüğünde “Acaba bu gerçek bir ölüm müydü, yoksa tamamen sembolik miydi, annesiyle Bernie’yi sevişirken görünce ve bu da kendi rüyasıyla birleşince çocukcağız travma geçirdi de yıllarca ona anlatılan baba imgesinin öldüğünü mü gördü?” gibi entellikten ölen cümleler kurmak istiyorsunuz. Sorulardan tamamen uzaklaştığınızda, elbet Tommy’nin babası gerçekten de aslen kurtularak sadece yüzünde bir yara iziyle gelmiş ve karısıyla sevişen adamı görünce “Höheyyt” demiş, Bernie amca da panikle onu öldürmüş olabilir, yine de bu bana çok mantıklı gelmiyor. Gerçi öyle olmasa neden “bunları görmedin, duymadın, kimseye söylemeyeceksin” desinler, ama öbür taraftan kadın çocuğunun babasına karşı nasıl o kadar zalim olabilir? Ki dediğim gibi, çocuğa yıllarca babası anlatılmış, başucunda babasının resmi var, kafasındaki babanın yerine bildiğiniz yeşil ceketli, savaşa hiç katılmamış, noel babanın elflerine benzeyen bir adam geliyor, ve Bernie onu çok eğlendirse bile “savaşa katılmış mı?” sorusu bu çelişkiyi daha net gösteriyor.


Tommy... Tommy noooldu?? Şşşt oğlum... Tommy... Tommy nooolddu... (48 saat sürer bu)

Sonuç olarak, elimizdeki çocuk travma geçirdiyse neler yapmalıyız konulu bir kitap yahut çalışma o zamanlar namevcut olduğu için, ailemiz ne yapacağını pek kestirebilmiş değil ve duruma birkaç aşamada çözüm bulmaya çalışıyor. Bu aşamalarda aslında (ne kadar doğru bir yorum olur, tartışılır tabii ama) ailenin ve insan yapısının savaş sonrası yıllarda değişimini de, özellikle anneyi gözlemleyerek görebiliyoruz. Çocuğunu doğurduğunda resmen bir “çok acı çektim ve erdim” insanı olan Nora hatun, evlendikten sonra Tommy’i önce din ile hayata döndürmeye çalışıyor. En az bir 10-15 yıl geçtikten sonra Nora yine bir dinden, daha doğrusu “dinleştirilmiş” bir Marilyn Monroe’dan medet umuyor. Burada aslında kadın imajı konusunda “Meryem Ana” fikrinin “Marilyn Monroe”ya dönüşümünü de görüyoruz, insanların cevaplarını tutku ve arzuda arayışlarını da. Ki bu ‘kişiye sunulan tarafından uyutulma’ (medya olsun, kültür olsun) yahut ‘kişiye sunulanı kullanarak kaçma halleri’ zaten filmin geri kalanında da bol bol görülüyor.

İkinci aşamada haz duygusu kullanılmaya çalışılıyor, ki zaten birinci aşamada Marilyn Monroe dini buna hafiften bir geçiş gibiydi. Tina Turner ablamızın bas bas bağırdığı bu aşamada başta söz konusu kullanılacak olan cinsel haz iken, sonradan bu ‘büyücülük’ adı altında uyuşturucu madde kullanımından alınacak hazza dönüşüyor. Tina ablamız zaten kendi de kullanıyor söz konusu maddeyi, Tommy’nin de kullanmasını sağlıyor, Tommy bu ilaçların etkisi altında farklı hissiyatlarda geziniyor, ki Çingen Sultan’ın da şarkısında söylediği gibi, bu hissiyatlar başta iyiyken hoşken, sonlara doğru çocukcağızın “ruhunu parçalara ayırıyor”.

"Evet, ben Tina Turner. Ve dudaklarımı nasıl böyle titretebildiğimi ben de bilmiyorum. Çok acaip."

İşbu başarısız aşamadan sonra (aile bunu bilinçli olarak yapmasa da) acı aşamasına geçiliyor, yani bir tepki alabilmek yahut çocuğun bu halinden yararlanabilmek amacıyla zavallı çocuğa türlü işkenceler uygulanıyor iki akrabası tarafından. Bu arada Nora git gide alkolik olmaya ve daha fazla televizyon seyretmeye, kıyafetine makyajına çok daha fazla önem vermeye başlıyor. Bu acılarla dolu zamanlar Tommy kardeşimize kaçış ve kendini buluş yolunu açıyor, henüz özgür olmasa da özgürlüğe giden yolda bir adım atıyor.

Bu üç aşamadan bahsedip kapatabiliriz konuyu, ama kapatmayacağız, işgüzarız çünkü. Evet evet, öyleyiz. Efendim Tommy abimiz tiltte şampiyonluktan şampiyonluğa koşar ve ailesini zengin eder iken, git gide daha da alkolik olan annenin oğlunun haline içten içe ne kadar üzüldüğünü ve durumdan kaçmak için nasıl televizyona, reklamlara ve alkole sığındığını da görüyoruz. Bir sinir boşalması olarak da adlandırılabilecek son durum da (şampanyayı televizyona attıktan sonra yaşadığı o süper banyodan bahsediyorum) aslında –bence- kendini bütün o ürünlere, reklamlara, televizyona teslim edişini gösteriyor hatun kişinin. Oğlunun resmi artık yok, o ise izlediği tüm ürünlerle kaplanmış durumda; mis. Zaten bir sonraki sahnede, Bernie “hanım hanım, bizim oğlana doktor buldum” derken de çikolata yiyor Nora, ama reklamdaki çikolata mı, ondan emin olamadım bak şimdi.

Doktora gidince artık problemlerin duyularda değil algılarda ve cevap verme mekanizmalarında olduğu net anlaşılıyor. Nora’nın tüm hallerini, ağır adam ihtiyacını (düşünün yıllardır bir zibidi elfle beraber) falan geçiyorum, ama elbet aslında Tommy’nin duyduğunu ama cevap veremediğini öğrenince bu sefer Tommy’e olan öfkesi ortaya çıkıyor-bu da Tommy’i özgür bırakıyor, Tommy dağ bayır bakmadan “oh, hazır gördüm, duyuyorum falan, madem öyle koşayım, coşayım” diyor.

Ulan psikolojik danışmanlık okuyorum, psikolojiden de bir sürü arkadaşım var, bi tanesi şu adam kadar karizmatik değil yahu. İntiharı düşünüyorum...

Peki neden kadının öfkesi Tommy’i serbest bırakıyor? Şöyle ki, başından beri “hear mee, seee meeee, touch meeee, heaaal meee” diye mızırdayan Tommy’e aslında kimse “Beni duyuyo musun Tommy?”den başka bir şey demiyor. Evet, algıları sürekli çeşitli şekillerde test ediliyor, ancak kimse ona kendisiyle ilgili bir soru sormuyor, annesi kolundan tutup oraya buraya sürüklüyor ama onunla konuşmuyor, anlatmasını istemiyor. Nora ancak gerçekten öfkelendiği zaman “Benimle neden konuşmuyorsun?” diye sorabiliyor Tommy’e, ancak o zaman sözkonusu tepkisizliğin ‘bir şeylerden kaynaklanmış’ olabileceğini fark edebiliyor bana kalırsa.

Ve Tommy kampları. Filmin başında çocuk kafasıyla tatilin sonsuza kadar süreceği bir kampı olacağını söyleyen Tommy, filmin sonlarına doğru aslında bu hayalini gerçekleştiriyor. Gerçekten de sabbbahlara kadar yenilip içilen, hep bir muhabbet hep bir neşe dolu olan bu kamplar, insanların ve dolayısıyla maliyetin artmasıyla daha ticari hale geliyor. Ve evet, Tommy pek iyi niyetli ve herkesin gerçekten özgür olabilmek için onun geçtiği yollardan geçmesi gerektiğini düşünüyor sanırım-ki bu da aslen normal. Ama şöyle bir durum var; kimse aynı travmaları aynı şekilde yaşamış olamayacağı için, Tommy’nin kendince işe yarayacağını düşündüğü yöntemlerin içe yaraması (duyularını kapatıp tilt oynamak gibi) kitleye biraz ters düşüyor. Tommy, “özgürlüğüne ulaşmış” bir insan olarak (ki ne kadar ulaştığı da tartışılır, zira yine kendi istediğini yapsa da başka birçok değişken durumunu etkiliyor, üstelik populer bir figür, ticari bir figür ve o farkında olmasa bile onun elinde olmayan birçok faktör var) iyi bir örnek oluşturuyor kitlesi için, ve bu örneklik hali bir yere kadar hoş bir şekilde de gidiyor, ancak elbette (entel cümle ve sosyal tespit geliyor dikkat) kitle çabuk sonuç ve net cevaplar istiyor, zaten tüketecek yeni şeyler arayan topluluk Tommy’i de hemen tüketiveriyor.

Tommy aslında tamamen tükendikten sonra tamamen özgür oluyor. Bu da böyle bir anımdır.