30 Ekim 2008 Perşembe

Nil İpek cumhuriyetin 85. yılını köfte yiyerek kutladı!

Erdal Bey blog açıp, köfte yerken çektiği fotoğraflarımı koymadan bunu ben yapmak istedim. Bir nebze ülkeme hayırlı bir evlat olabilmektir amacım. Gerçi bende köfteli fotoğraf yok ama en azından köfte yediğim biliniyor.

Ne diyordum? 29 Ekim. Ne kadar büyük kutlamalar yapılacağı ve ne kadar para harcandığı haftalar öncesinden belirtilen kimi fişek patlamaları, kimi ışık oyunları. Ben seyredemedim gerçi, ben işin çile bölümüne katıldım daha çok, orası daha eğlenceliydi. Ama gün oradan başlamıyor, öncesi var...

Ed306-Karşılaştırmalı Eğitim ödevini yapmak için giriştiğim sabahlama macerası başarısızlıkla sonuçlanmış, Nil İpek Hülagü saat dörtte uyuyakalmıştı. Yarım litre gazoz ve yarım paket çekirdeğin de etkisiyle saat sekiz buçukta iğrenç bir şekilde, panikle uyanan kahramanımız kalktığı gibi ödev için bilgisayarın başına oturmuştu-ki zaten odanın fizyolojik yapısı da tam olarak bunu gerektiriyordu (bir ara fotoğrafını çekerim-kalktığımda direkt bilgisayara oturmuş oluyorum. evet.). O esnada halk arasında "beş para ver/beş para ver/beş para yoksa on para ver" şeklinde anılan ritm başladı, "yahu", dedim, "kutlamalar akşam, bu saatte (9-10 olması lazım tahminen) herhalde uçaksavarda yürüyüş yapacak değiller..." Ancak arkama baktım ve gördüm ki tahminim doğru...

İşte o dakika bir küfür süreci başladı, fotoğraf makinesini indirme, lens değiştirme, yetişememe, dur, aman, derken, sanırım ilkokul öğrencileri bütün Uçaksavar'ı gezip geri geldiler, ve sağolsunlar, tekrar önümden geçtiler:) Tabii o küfür sürecinde benim farkımda olmayan gençlik, elimde 70-300le pencereden sarkarken de fark etmeseydi ayıptı artık... Bir el sallamalar, bir selam vermeler, bağırmalar, bende bir nostalji, "ah biz de yürüdüydük Bornova'da da sağa sola el salladıydık" şeklinde anılar... Bunun aslen bir sonucu yok, zaten bütün yürüyüş boyunca ritm değişmedi, eklenen tek şey ritme uygun-tek nota üflemelilerdi. Çocuklar da muhtemelen tatil sabahı kalkıp okula gelmenin sinir bozukluğuyla dağıldılar sonra, gidip televizyon seyrettiler. Olay, tamamına bakıldığında, bundan ibaret sanırım.

Bu arada 29 Ekim'e dair plan aslen Erdal Bey ile bir yerde sabitlenip fotoğraf çekmekti, uzun konuşmalar ve kararsızlıklardan sonra, neden bilmiyorum, Üsküdar'dan izlemeye karar verdik kutlamaları. Gerçi nedeni sanırım bu tarafın çok kalabalık olma ihtimali ve Erdal Bey'in bizim stüdyoda sıkılacağını düşünmesiydi. Sonuç olarak, Üsküdar kararı belirlenince benim de hedefim belli olmuştu, sekizde Üsküdar'da olacak, çılgınlar gibi havaifişek izleyecektim. "Henüz ismi bilinmeyen ama yakında bilinecek olan beste grubu"muzla taşodaya girip çıktıktan sonra Deniz Hanım ve kardeşine yamanıp sahilden otobüse bindim. "Süper fort ortamı" olarak tanımlanabilecek olan sevgili otobüsümüz Ortaköy'de duruverince cümleten inip yürümeye karar verdik.

Evet, meğer trafik tıkanmamış, trafik kapanmış, zira yürüyüş varmış. Saat yedi buçuk, acele etsem sekizde Üsküdar'da olabilirim gibi düşünceler içindeyim, çabuk gidebilmek için Deniz'le Ozan'ı kapıp Ortaköy'ün içinden gitmişim. Derken havaifişek sesleri, içimden ettiğim küfürler... Zaten karşıya geçemedim, bari buradan çekeyim şeklinde boş bir çaba, zira sahile akan insan seli
sayesinde ilerleyememem ve havaifişekleri anca ucundan görebilmem... Bu arada az önce otobüsten yapılan anonsla "masraflı, süslü kutlamalara kanmayan gerçek cumhuriyetçiler"in havaifişek seslerini duyar duymaz helela fişeaaak helaöea efektiyşe sahile koşması...


Neyse, battı balık yan gider psikolojisiyle Beşiktaş'a kadar yürüdük. Deniz hanım iskeleye yöneldi, ben de motor sırasına yöneldim, ancak öğrenildi ki 6-9 arası iptalmiş bilimum sefer. "Şaka değil mi bu?!" cümlesini pek hoş hatırlıyorum Erdal Bey'in, bir şekilde Deniz Hanım'la tekrar bir araya gelip sahilde oturduk, bekledik. Sağ taraftaki fotoğraf da, aslen o amaçla çekilmemiş olsa da, iskele önündeki karambolü gayet net bir şekilde gösteriyor sayın seyirciler.


Sonunda bir şekilde Üsküdar'a ve Erdal Bey'e ulaşabildik. Kendisi benim dayanamayıp kokoreç yediğimi duyunca-henüz kapasitemi bilmediği için- hayalkırıklığına uğradı, ancak "köfte de yerim" cümlesi kendisini tekrar hayata döndürdü. Evet, gittik ve nefis köfteler yedik, köfte yediğimiz sokakta düğün vardı, yolda oynuyordu insanlar, eğlendik. Sonrasında kendimizi çaya ve muhabbete verdik, ben biraz da kendimi üşümeye verdim, çok iyiyimdir üşümek söz konusu oldu mu...

Sonuç olarak 29 Ekim ilk defa bu kadar gaza geldiğim, ama bu kadar tuhaf geçirdiğim bir gün oldu. Gerçi güzeldi aslen, eğlendim gayet, ama şu an bakınca gülmem eğlenceden miydi sinir bozukluğundan mı ayırt edemiyorum, sanırım eğlendiğimden:)

Ve, blogu ntvmsnbc'den çorduğum bir Atatürk fotoğrafıyla kapatıyorum. Ne güzel bir insanmışsın yahu sen...

26 Ekim 2008 Pazar

Blogspotu kapatma kararı veren mahkemeyi, başka düşüncelere ulaşma ve kendi düşüncelerimi iletme özgürlüğümü kısıtladığı için dava etmek istiyorum.

Ama öğrenciyim, param yok, yapamıyorum.

Microsoft Word’den yazıp yükleyeceğim bu yazı muhtemelen resimsiz ve renksiz olacak, halbuki yolunu bulsaydım kara gün dostu vtunnel’in logosunu da koyacaktım. Ki kara gün dostu dediğim, spyware dolu, habire pencere açmaya çalışan pis site Türkiye sayesinde zengin oldu. Her “mahkeme kararı”nda –ki mahkeme kararı benim için artık sansürle eş
anlamlıdır- millet vtunnel’a, ktunnel’a abandı, adamların –muhtemelen- reklam gelirleri ciddi arttı. Halbuki ben, son derece bencil bir şekilde, seagate, travian ve bilimum oyunun reklamını görmekten, şınav çek melodiyi kap bannerlarıyla haşır neşir olmaktan bıktım. Daha az bencil olursam, sanki youtube’a, blogspot’a ve benzeri sitelere girmek bir suçmuş gibi davranılmasından, insanlara “bakın, siz gireceğiniz siteyi, izleyeceğiniz videoyu bilemezsiniz, gider bilmemkime –muhtemelen maddi- zararı dokunan yerlere girersiniz, o yüzden biz sizin gezip gezemeyeceğiniz yerleri seçmeye karar verdik” denmesinden, iletişim özgürlüğünün net bir şekilde kısıtlanmasından bıktım.

Sevgili, cici mahkeme,

Senin yasaklaman, insanlara ne gözle baktığını göstermekten başka hiçbir işe yaramıyor. Merhaba, biz youtube’a da, blogspot’a da, hatta youporn’a da çatır çatır giriyoruz istersek. İnsanlar aptal değil yahu, insanlar az çok seçim yapabilen varlıklar, doğru ya da yanlış. Belli kuralların gerekliliğine bir şey demiyorum, ama sen fikir portallarını kapatarak bir yere varamazsın. A kişisine hakaret edenin hakaret etmek için olası tek ortamı senin yasakladığın yerlerden biri değil, tek bir ortam yok. B kişisinin telif haklarını korumak için bütün bir portalı kapatamazsın, illa kapatacaksan ihlal eden siteleri kapatırsın ve hatta kapatmadan önce uyarırsın.

Ki, farkında değilsin, canım ülkemin yüce mahkemesi, sen çok riskli bir iş yapıyorsun aslında, kararının aleyhine. İnsanları sanaldan gerçeğe yöneltiyorsun. Halbuki senin, mantıken, sanal olanla halkı uyutman gerekmez mi? Sunulan büyülü dünyada, tıpkı benim şu an yaptığım gibi, hiçbir işe yaramayan, kendi çapında kalan muhalefetlerle hiç uğraşmayabilirsin de. Ama sen, insanların sanal bir şekilde içlerindeki öfkeyi, nefreti, ya da senin yasal saymadığın bilimum şeyi dökmelerine izin vermezsen çok daha fazla uğraşırsın gibi geliyor bana. Ya da mahkemeler boş, çok sıkılıyoruz diyorsan, sen de haklısın elbet.

Hayır, bir de kendini rezil ediyorsun be canım. Yurtdışında haber oluyorsun abuk sabuk yasaklamalarınla, insanlar dalga geçiyor seninle. Ve bize acıyorlar. Bilmiyorum senin vermek istediğin izlenim ne, ya da söz konusu izlenim o kadar da önemli mi, ama ben bunu sevmiyorum. Ben, “kısıtlanan halk” olarak anılmaktan hoşlanmıyorum. “Bak ciğerim, sen evrim yok diyorsun da, bak kanıtlanmış?” yazdı diye bir sitenin kapatılmış olmasını aklım almıyor benim. Ben de istiyorum. Jedi dinini anlatan sayfaların, Klingonca dil derslerinin kapatılmasını istiyorum, sırf zevkten, kendimi tatmin için. Herhangi bir yerde benimle ilgili kötü bir şey yazılsın diye heyecanla bekliyorum, dava açayım diye. O kararları veren mahkemeyle bir haşır neşir olmak istiyorum.

Hiç anlamıyorum ve sanırım anlamak da istemiyorum.

“God loves his children, god loves his children...”

23 Ekim 2008 Perşembe

Duraklat

Ve evet, Nil İpek Hülagü, erken yatamasa bile geç kalkarak normal bir uyku alarak uyanabilmeyi planlıyor. Çok ender gerçekleşen bu muhteşem olayı izlemek için dünyanın dört bir yanından gelen uykuseverler Superdorm önünde öğlen saatlerinden itibaren birikmeye başladı. Üstelik Nil İpek Hülagü, bu söylediklerinin gerçekten çalışan, iş güç peşindeki insanlara büyük haksızlık olduğunun bilincinde, zira kendi yorgunluğu tamamen keyfi. Tamamen olmasa da çoğunlukla.

Geçen sene kaçırmış olduğum bütün Yora konserlerine inat ve henüz bir hayrını göremediğimiz menejerliğimin de etkisiyle (cümlenin kontrolünü kaybettim sanırım) Yora sahneye çıktıkça ben de diplerinde bitiyorum. Dolayısıyla çeşitli grupların sahne aldığı Radiohead partisinde de bulunmam sanırım kaçınılmazdı. Öncesinde 7pf provası da olduğundan kelli, konsere cümleten (cümleten dediğim de gruptan 4 kişi olarak) hücum ettik, orada Deniz Hanım'ı yakaladık hemen, yapıştık ona, ve fotoğraf da çekebilmek için önlere yerleştik.

Deniz Hanım ve kırmızı ışık ve çillerin yarattığı "kırmızı başlıklı kız" efekti.

İlk çıkan grup Sakin'di, kendilerinin afişte ismi yoktu gerçi, bir bakıma sürpriz gruptular yani. Gecenin en iyi performansına imza attılar (imza atmak derken?), ama 2+2=5'e bir girip, sonrasında öeaaaah efektiyle vazgeçip sahneden inerek bizi pek üzdüler. Şaka yahu, üzülmedik, niye üzülelim, ama şarkıyı da Sakin'i de seven bir insan olarak benim hayallerim yıkılmadı değil.



Sonrasında çok sevdiğimiz insanlar çıktı sahneye ve Knives Out, Jigsaw Falling Into Place, No Surprises gibi çok sevdiğimiz şarkıları söylediler. Akif, Thom Yorke hareketlerini, tavırlarını birebir yaptı, çok istedim yakalamayı o anda, ama ışık yetersiz, pozlamalar uzundu, dolayısıyla yakalayabildiğim şey hep kayan bir surat oldu. Ha bu demek değil ki fotoğraf çekemedim, çektim tabii ki bol bol, zira misyon edinmiş durumdayım. Artık "Yora" kelimesini duyduğum anda fotoğraf makinamı kapıp harekete geçiyorum.


Tabii başka gruplar da sahne aldı konserde, bir Neon, bir Opal olsun, bir Direc-t olsun... Diğer gruplardan çok bir beklentim yoktu, Direc-t'i de severim ama kendi tarzlarında, "bakalım Radiohead'de ne yapacaklar" diye düşünmedim değil. Çok risk almadılar, tarzlarının çok dışında şarkı söylemediler. Creep ve Karmapolice gibi iki popüler (ve dolayısıyla radiohead severler arasında tutmayacak) şarkı seçmiş olsalar da ben bu seçimlerini, tarzlarını göz önünde bulundurarak, mantıklı buldum. Ki, beklediğimden çok daha iyi çalıp söylediler, bütün bunlara ek olarak pek de neş'eli insanlardı sahne dışında da.

Konserden sonra da, beslenme ve muhabbet ihtiyaçlarımızı gidermek için, kalan sağlar olarak (Deniz, Uygar, Akif, Burak, ben) kendimizi börekçiye attık.

Ha, konsere dair sinir bozucu birkaç şey oldu, olmadı değil. Öncelikle, bıktım ulan 1600 isoyla fotoğraf çekmekten, karanlıkta kalan solistlerden, sabit ve yetersiz ışıklardan. Grenler içinde yaşar oldum. Hayata grenli gözlerle bakıyorum, isyanım var. İkincil olarak, buradan merdivene koyduğum ve hatta özenle sakladığım biramı göz göre göre alıp götüren garsona sesleniyorum: topsun. Son olarak, önünde durduğum, sabit olmadığı için yan dönüp dizime çarpan basamağa nefretle bakıyorum, iki gün acı çektim lan.

Şimdi ise sırada iki adet Popcore konseri, bir adet Güzver Yıldıran sınavı, bir adet Nevra Seggie ödevi ve Animasyon festivali var. Hayırlısı...

18 Ekim 2008 Cumartesi

I said what what in the butt


  • Çevremdeki hemen herkesin eve çıktığı şu günlerde nihayet ilk ev ziyaretimi gerçekleştirdim. Böyle diyorum da aslen gerçekleştirmediM, gerçekleştirdiK. Dünyacan beyler, sağolsunlar, eskili yenili Popcore ekibini evlerine davet ettiler. Biz de gittik, söz konusu ziyareti gerçekleştirdik elbette, böylece hem Dünyacan'ın evini gördük, hem beslendik, hem de Popcore olarak bir araya geldik, tabu oynadık, televizya seyrettik. Ama benim için gecenin (gerçi saat itibariyle sabah oluyor sanırım) en eğlenceli bir saati kesinlikle sabahlamayı öneren arkadaşımız Uluç'un uyuması üzerine kendimizi Digiturk'eadadığımız bir saatti. Buradan Dünyacan'a teşekkür ediyor, infoda çizgi film yazmasına rağmen normal film yayınlayan Ses TV'yi de kınıyorum. Hayallerimizi yıktı lan resmen.


  • Geçen gün (cuma mıydı? evet cumaydı..) sabahladığım gecenin ardından iki saatlik uykuyla kendimi Taksim'e attım. Animasyon festivali ile ilgili kimi çalışmalardan sonra, baktım Erdal Beyler de birkaç saat içinde bitirecekler işlerini, biraz dolanayım dedim. Ama kulaklığım Erdal Beylerde kaldığı için, yokluğunda az küfretmedim (Yok lan, o kadar da küfretmedim aslen, kendi kulaklığını da teklif etti hem bana o kadar). Sonuç: bir Taksim'de yalnızlık klasiği olarak Terkos, bilet kalmadı diye beni almadıkları, halbuki içeride bol bol yer olduğunu sonradan öğrendiğim 123 konseri, yolda rastlanan arkadaşlar (Görkemler ve Buğralar), Helldorado fotoğraflarını yükleyecek cd almak için Darty, Galata Perform'da yayınlanan kaçırdığımız gösteri. Sonunda da Erdal Bey. Ömrüm çürüdü yahu:).
  • Taşoda başlıyor yahu. Karton da, inatla isim bulamadığımız grubumuz da bu hafta çalışmalarına başlıyor. Ama tabii ben bütün müzikleri harddiske attığım için şu an bas çalışmakta kimi sıkıntılar yaşıyorum, ipoda baktım playlist duruyor mu diye, onu da silmişim. Bu arada bakınca fark ettim ki ipodumda tam olarak 666 şarkı var. Çok feci, çok...
  • Önümüzdeki günlerimi planlamaya çalışıyorum ama her seferinde kafam karışıyor yahu. Bu sene de çeşitli acı çekişler bekler gibi not konusunda beni. İki hafta popcorelayım bir de, kuzu insanlar, ama benim aklım söleyeceğim şarkılarda. Çalışmak lazım.
  • Yarın Radiohead tribute gecesi var, herkes (bu herkesten kasıt Yora'dan Direc-t'e uzanan geniş bir yelpazeyi kapsamakta) Radiohead şarkıları çalıp söylemekte. Çarşambanavım var diye gitmeyecektim amanav iptal oldu, ben de yihu efektleriyle sevindim. Bildiğiniz sevindim yani. Ha, bir de Yora'nın menejeri oldum ama ne yapacağımı bilmiyorum, hayırlısı.
  • Animasyon festivalinde gönüllü çalışmak isteyen varsa beri gelsin:)
  • Türk kahvesini filtre kahveden, filtre kahveyi hazır kahveden daha çok severim. Çeşitli çaylar bu sıralamada Türk kahvesiyle filtre kahve arasında bir yerde durur. Hazır kahveyi de sevmem değil, severim, ama ağzımdaraktığı taddan nefret ederim. Halbuki Türk kahvesi öyle mi. Hem fal bakan annem de var.
  • Güzverldıran bugün bana "sende bugün bir ışık gördüm" dedi. Diğer günlerden çok bir farkım yoktu, ama bu hafta en önde oturmak zorunda kaldığım için sanırım, kendimi abuk sabuk sorulara cevap vermek zorunda hissettim, işin komiği iki soru da aslen dersle ilgili değildi-biri objective'in Türkçesi, diğeri de psikolojide geçen bir terim. Hayırlısı...
  • Hayırlısı hayırlısı nereye kadar ulan. Bi işte de doğru dürüst kontrol sahibi ol, bi işi de Allah'a havale etme demezler mi insana.
  • Dayak istiyorum, çok istiyorum:)
Bana yemin bozduran kedi Puck...

13 Ekim 2008 Pazartesi

Sevgi dolu günler festivali

Şimdi, kendinizi İbo Show'da, yahut herhangi bir televizyon programında izleyici olarak düşünün. Önünüzde bir adam, üzerinde ne söylemeniz ya da ne yapmanız gerektiği yazan kartlar kaldırıyor. Kartta ne yazıyor? "Salaak". Şimdi hep bir ağızdan: "SALAAAAAAAAAK".

Söz konusu salaklığımın nedeni, bugünün pazartesi olduğunu unutup müze/sergi gezme hevesiyle kendimi dışarı atmamdı. Ha, bu keyifli bir gün geçirmemi engelledi mi, hayır. Kendi kendime durup durup sırıttığım bir gün oldu hatta. Gerçi söz konusu mutluluk hali dün geceye dayanır, haydi hep beraber dün geceye geri dönelim madem.

Helldorado'yu sevdik.

Aslen bu konsere gitme gibi bi isteğim/emelim/arzum yoktu. Zaten konser cuma günüydü, ancak yağmur nedeniyle pazar gününe ertelenmişti. Helldorado'yu da hem daha önce seyretmiştim, hem de kendileriyle ilgili düşüncem Radyo Eksen tarafından gazlandıktan sonra ülkemizi para kaynağı olarak görmelerinden öteye gitmiyordu. Böyle bir düşünceye sahip olunca, müziği az çok sevseniz bile negatif bakıyorsunuz ve "hıh, helldorado mu" deyip geçip gidiyorsunuz.

Peki ben ne oldu da fikrimi değiştirdim? Bilmiyorum. Sanırım odada boş oturmaktansa, bari yurdun hemen yanında gerçekleşen şu konsere gideyim de fotoğraf çekeyim dedim kendi kendime. Radyo Boğaziçi'nden tanıdığım Çağlar'a mesaj attım, sakıncası var mıdır fotoğraf çekmemin diye, o da olur mu, hatta sana kart verelim dedi, iyi bir insan olarak. Ben de aldım kartımı konserin başlamasını bekledim.


Konser beklediğimden çok çok daha iyiydi, itiraf etmeliyim. Yani sadece fotoğraf çekeyim diye girdiğim konserde zıplaya zıplaya gezindim. Müzikal açıdan hatalar oldu elbet, olmadı değil, ama adamlar o kadar farkında ve o kadar mütevazılardı ki (mütevazı güzel kelimedir) o hataların hiçbiri dikkat çekmedi. Ki bende Helldorado sevgisi uyandıran iki an vardı konser boyunca; bir: solistin gitarıyla beraber koltukların üzerine çıkması, iki: biste song to siren çalması. Dünya tatlısı konser için Radyo Boğaziçi'ne teşekkürlerimi sunuyorum burdan; Allah yardımcıları olsun.

Baskı fotoğraf olayını sevdik

Dijital makine kullanmaya başlamamdan beri-ki söz konusu başlangıç lise bire tekabül eder- fotoğraf bastırmışlığım yoktur. Hatta sonrasında elime geçen zavallı analog eos650'deki fotoğrafları bile bastırmamıştım, cdye atmışlardı. Dolayısıyla nispeten iyi bir makineyle nispeten daha iyi çekilmiş fotoğrafları bilgisayar ekranında değil de somut olarak elimde görmek çok mutlu etti beni. Adam karton bir zarf verdi fotoğrafları koruma açısından, ben de 10-15 dakikada bir açıp, fotoğrafları inceleyip, geri koyuyorum.

Sirkeci insanlarını sevdik

Hmmm... Bu olayla ilgili olan makine ve flaştan bahsetmediğimi hatırladım blogda, yeterince fotoğraf çekip elimde örnek birikince yazacaktım sanırım. Her neyse, babaannem sağolsun, elime bir Agfa Silette 2 geçti, kendisi 1959-1962 yılları arasında üretilmiş bir model ve f 2.8. F2.8 ulan. Benim iki üç hafta öncesine kadar 2.8 lensim yoktu. Yuh.

Her neyse, bu fotoğraf makinesine sonradan bir de Agfa Tully flaş eklendi-ki onu da sol taraftaki fotoğrafta, sevgili kuzenimin ağzında görebiliyorsunuz. Tek problem, bu flaşın pili ve ampulü yok. Ben de bulsam bulsam Sirkeci'de bulurum deyü çıktım yola, Hayyam Pasajıdır, orasıdır burasıdır derken Sirkeci'deki bütün fotoğrafçılık dükkanlarını Tully'me ampul ve pil bulmak için seferber ettim.

Bulabildik mi? Hayır, ne yazık ki. Yurtdışında bile bulabileceğimizden emin değiliz hatta, ama umut dünyası.

Yürümeyi sevdik

Beşiktaştan Kabataş'a, Kabataş'tan Taksim'e, oraya buraya yürüdüm bugün. Taksim'e giderken insanlarla diyaloga girdim, mutlu oldum. Fotoğraf makinem yanımdaydı, ama çok fazla çekmedim. Öyle yürüdüm yani. Bunda mutlu olunacak bir şey de yok aslen, ama kendi kendime mutlu oldum. Ayrıca sağ tarafta da göreceğiniz üzere: Sahibi var.


Sahafları sevdik

Sahaflardan aldıklarımı sıralıyorum:
-1950 senesine ait ev-iş dergisi (bugünün cosmopolitanı gibi bi şey) (Ece'ye hediye bu)
-Hayatta Muvaffak Olmak İçin Bir Genç Kızın Bileceği Şeyler (dünyanın en saçma kitabı)
-Kervansaray Yayınevi'nin takdim ettiği ama üzerinde isim yazmayan bir roman
-Tarihimizden Garib ve Meraklı Şeyler başlıklı ikişer yapraklık iki gazete makalemsisi
-1959 yılından kalma Cherry Heering reklam müziği notaları
-Rusça Anna Karenina çizgi romanı
-Ve ve ve ve Beauty and the Beast ve Aladdin orjinal film müzikleri!


Sonuç: Mutluyum lan:)

9 Ekim 2008 Perşembe

Garip garip şeyler...

Okulların açılmasını bu fotoğrafla kutluyoruz....

Okullar tam anlamıyla başladı artık, yani bayram öncesi oluşan o "ya ne okulu, ne syllabus mu, hahayt, dur şu derse de girmeyeyim" havası yerini derslerde devamlılık göstermeye, gördüğümüz arkadaşlarımızla çay kahve içmeye, kantincilerle muhabbet etmeye bıraktı. Bu arada bir önceki cümle aslında oldukça gereksiz zira klip çekimi dışında ilk hafta hiç ders ekmedim. Kendime ceza olarak bir Freakazoid geyiğine burada göndermede bulunuyorum.

We are interrupting our show to give you this message:

Dunyacan has sunglasses. Now we can go back to our show.

Bu ultra karizmatik Dünyacan fotoğrafını ne yazık ki ultra karizmatik bir anda çekmedik. Konserimiz, halkla ilişkiler-bümed arasındaki bir anlaşmazlıktan ötürü iptal olmuştu, ama asıl sorun bu değildi. Alpcan'ın arabasının ön camını kırıp bagajını açmışlardı, bagajdaki gitar ve processor çalınmıştı. Ve, biz (gerçi ben 3 saat falan bekledim) 4 saat polis beklemiştik. Bu fotoğraf muhtemelen ikibuçukuncu saate denk geliyor.


Neyse bir şekilde neş'elendik, sanırım bir yerden sonra zeka seviyemiz düştüğünden, güldük, eğlendik. Sonunda geldi polisler, Dünyacan'la gittik, gözlerimiz açık, merakla parmak izi alınmasını izledik. Parmak izi setini nerede bulacağımızı merak ettik, sorduk, Eminönü'nde varmış, ama kanserojen maddeymiş, ayrıca önemli olan seti almak değil, o setin ve sıfatın size verilmesiymiş, bunu da öğrendik polis amcalardan. Sonra Alpcan ile Dünyacan ifade vermeye gittiler, Uluç Bey de sağolsun beni bir otobüs durağına bıraktı Taksim'e geçmem için. Not: Uluç'un resmini koymamamın nedeni bu sefer kendisini fotoğrafta güzel çıkaramamış olmamdır. Gayet eğlenceli fotoğraflar olmasına rağmen, yo dostum yo, ünüme gölge düşüremem.


Taksim'e gittim ben de Yora konseri münasebetiyle. Gerçi bu fotoğrafı koydum ama bu fotoğraftan önce Deniz Hanımlara uğradım, arkadaşlarına fal baktım, öyle geçtim konsere. Nihayet bir Yora konseri seyretmek nasip oldu bana da, pek mutlu mesut oldum gerçekten, üstelik bonus olarak Ars Longa da vardı ki ne güzel gruplarmış onlar öyle. Buna ek olarak 7pfnin kimi üyeleri (Cem, Hakan, Barış) de oradaydı, bu da mutluluk verici bir ayrıntıydı... Ama tabii gönül isterdi ki Dogzstar'da biraz daha ışık olsun, fotoğraflar daha güzel çıksın, sağlık oldu gerçi, aradan çıktı yine güzel bir şeyler...

İşte Yora böyle bir grup sayın seyirciler:


Bunun dışında, çeşitli derslere giriyor, çeşitli hocalardan laf yiyorum. Yalan, tek bir hocadan laf yiyorum. Nasıl çektim dikkatini onu da anlamadım, ama beni sınıfın sağ tarafına oturtan arkadaşım Derya'ya içimden küfrediyorum. Merak etme Derya, hocaya daha çok küfrediyorum...

Bugün de sabah Emir ve Görkem Beylerle simit-peynir-çay keyfi, çizim dersi, geçen sene olsa çok mutlu olacağım ama bu sene bir şey ifade etmeyen kimi durumlar ve Iya Waves konserinde groupielikle geçti. Şimdi de 7pf ile buluşmalar söz konusu...

Teey tey:)

3 Ekim 2008 Cuma

Heykel bitti, annem iyice fotoğrafçı oldu.

Bugün heykeli (heykel?) bitirdim. Kendimi -sanırım en son iş eğitimi dersinde böyle bir şey yaptığımdan- iyice çocuk hissettim yaparken, gerçi bunda ellerimin alçı olmasının ve yarattığım pisliğin de etkisi var. Sonuç olarak, daha boyanması lazım, en azından sprey boyayla ve tek renk olarak, ama bunun dışında sevgili heykelimiz tamamlandı ve ve şöyle bir şey oldu: Sevgili heykelimizden daha bir depresif poz isterseniz şunu da verebiliriz elbet:

Linkin Park klibi gibiyim, hiç bahar yaşamadım...


Annemin ise makinemi ele geçirip git gide daha iyi kullanması günümüzün başka bir mevzuu. Basit ayarları "hede" diye adlandıran sevgili annem, canı sıkıldıkça makineyi kapıp çalışırken beni ve Bombyx'i çekmeye başladı. Evde bir adet de Nikon olduğundan ve annem henüz farklı lensler kullanmaya alışmadığından sanırım ben İstanbul'dayken annem bol bol fotoğraf çekecektir. Hayırlısı diyoruz yahu:)

Not: Kendisi elinde Nikonuyla herhangi bir konserde karşıma çıkabileceğini belirtti. Metallica tişörtü ve deri pantolonuyla konsere gelip, fotoğraf çekeceği ilk üç şarkıdan sonra çılgınlar gibi pogo yapacakmış. Ama işte işin kötüsü bunu Gökhan Özen konserinde yapmayı düşünüyomuş.

1 Ekim 2008 Çarşamba

Yeni Fotoğrafçı vs. Yeni Heykeltraş

Yaz ortasından beri kafamdaki abuk fikirleri bir anlık gazla heykele dökme fikri ve bitemeyen cümleler... Madem bayram ve madem evdeyim, üstelik madem babam bahçeyle uğraşmak için tel ve alçı almış, yani gerekli malzeme de mevcut, neden kendimi heykele vermiyorum? Son halinin fotoğrafı olmadığı için, buyrunuz size iskelet hali:

Şimdiik, klasik bir kanatlı insan gibi gözüküyor, aslına bakarsanız öyle de denebilir. Tek problem; onlar aslen kanat değil:) Nasıl anlatabilirim bilmiyorum, ama az çok tamamlandı ve yarın gündüz gözüyle tekrar fotoğrafını çekip koyarım. Bu da fotoğraf makinamı öğrenmeye çalışan annemin gözünden ben:


Buna ek olarak dün gece bayram vesilesiyle ailemizin baba tarafı bir araya geldi-ki söz konusu aile uzun zamandır tam kadro bir araya gelememişti. Gerçi yine tam kadro toplanamadık, zira ailenin İsveç ayağı pek normal olarak toplantıya katılamadı ama olsun. Zaten Hülagü ailesi yemekleri genelde komik geçer, dört kardeşin dördü de dört ayrı uçta olduğu için ortak bir alan bulunmaya çalışılır, birileri birileriyle dalga geçer, ortak konu adına ortaya abuk bir konu atılır (örneğin: Abba'daki iki kadının arası neden bozuk?) ve bu şekilde devam eder. Aslında böyle anlatılmıyor aile. Ama aile iyidir.
Ha, aile iyidir ve evet, yanımda gördüğünüz modelimsi hatun kuzenim. Benim böyle akrabalarım var. Hatta baştan sona sayayım; ön sıra: Rengin Yenge, Demet Yenge, babaannem (Perran) ve annem (Zeynep). Arka sıra: Renk, Berk, Deniz Amca, Ersin Amca, babam (Erol), BEN!, Selin, Can. Tabii sanmayın ki böyle ailecek toplanıp tek fotoğraf çekildik, hele ki içerki odada nostalji yaşamaya başlayınca-zira hepimizin çocukluğu o odada geçmişti- yine cümle bitmemişti. Ne diyordum? Marifetli kaz. Hayatımın oyuncağı lan, marifetli kaz! Ay lav marifetli kaz!